'Ezberden hayat oluyor ama ezberden edebiyat olmaz'
Aymazlığa, vurdumduymazlığa, anasının gözülüğüne, aptallığa, hin cinliğe, saf salaklığa, kaygılısına, kaygısızına, halkın ciğerine, damarına, böğrüne, raconlu ve kültürümüzde pek bir velveleli seyrededuran sıradanlığımıza ve öykülerce bin yaşayası 'falan'a feşmekan'a' dair öyküler sözümüzün konusu. Tiplerin 'hiçbiri endüstriyel edebiyatın nesnesi değil, saf ve temiz. Bir yazarkasanın elinden çıkmış.' Başar Başarır ile Düzenboz adlı öykü kitabını konuştuk.
cumhuriyet.com.tr-'ben-Fırıncı Musa' öykünüzle başlayalım... Şimdi ekmekçi Hüseyin'in çırağı Musa... Aykırı bir tip... Her yol hem var hem yok... Bıçkın desen dilinde, silah desen neredeyse takacak beline gibi görünüyor... Racon, yol, yordamın ihtisasını akademisinde yani mahallenin orta yerinde yapmakta... Argosu yeterince kaba değil, hani incecesinden hallice devşirili diline... Var bir efendilik var... Gencecik zaafları, arada bir namahreme kayıveren bakışları ve çokça olmasa da delikçe cebiyle hayatın velvelesi, hengamesi ve gırgırında henüz! Etrafında şöyle bir göz gezdirince her an karşılaşılabilecek bir tipleme... Kitaptaki hemen her tipleme için geçerli bu... Dramatize etmiyorsunuz onları, olduğu gibi yansıtıyorsunuz... Daha çok ilgi çeksin deyip uçuk denli aykırı olaylar getirmiyorsunuz başlarına, günlük hayatta neyse o... Sıradan olmaları onları içimizden yapan... Yanıldım mı?
- Yanılmadınız. Bir iyi hal var üzerlerinde, o hal de hayata dair. Olduğu kadar. Olabildiği kadar. Ben de oradayım, korkarım siz de. Ama bir meseleleri var bu şahısların. İşte bu meseledir onları öykü kahramanları yapan. Örneğin Musa. Musa iyilik yapmak ister. Zenginler arasında bir gönlü zengindir Musa. Başına hiç iyilik gelmez, burnu boktan kurtulmaz. İnsanın denge hali iyilik değildir zaten. Hayatta iyi ve güzel olan ne varsa birisinin yahut birilerinin eseridir. Üzerinde çalışılmıştır. İnsanoğlu kötülüğe meyyaldir. Arada sırada iyilik adındaki istasyondan gelip geçer, ama orada kalmaz.
- 'sen-Çikolata' öykünüz... Ah bu Yeşim'in derdi... Kaygılı kaygısız Yeşim... Hayat çok bayat tiradında yüreği sıkışık... Rahmi çikolata kistli... Aman da evlensin, çocuk yapsın, yuvasını bilsinci zarif arabesk annesi... Hayırlı kısmeti Orhan... Off çeken Yeşim... Telefon ve bilgisayarıyla beraber ezberi de bozulan Yeşim... Fiiliyatı ve maneviyatı tıkış tıkış sıkışık insanların bir güzel misali, genç timsali... Hâlâ of çekmekte midir acaba? Çok bilmiş nefsi müdaafadan gülücüğü hâlâ asılı mıdır yüzünde?
- Bakınız, bu zor bir durumdur. Yeşim fena halde sıkışıp kalmıştır. Evlenmek kolay iş değil. Kalbinin sesini dinlemekle beklentilerin süsüne teslim olmak arasında bir yer. Herkesin uygun bulduğu bir kısmetle şehvetle dolu aşkı özleyen kalbin çekişmesi. Ele karışmak, yele karışmak... Evlenip yuvadan uçmak. Hele geriye bir tek ana kalmışsa. Baba yoksa, baba gitmişse, baba kalkıp gitmişse. Geriye anne-kızdan ibaret bir çıtırdak aile kalmışsa. Adama ne derler biliyor musunuz? Adama şöyle derler: Hey anne, derler, bak kuş uçtu kuş, derler, sen kaldın yalnız, gitti kızın. Sonra kıza ne derler biliyor musunuz, oyna, derler, hadi kıvır. Yeşim'in işi vallahi zor.
'TİPLERİM SAF VE TEMİZ,PİYASA PARASIYLA BEŞ PARA ETMEZ!'
- 'o- Açılmıyor'... Bankanın ve kasanın açılmayan kilidi... Bu minval üzerine tatavası müdürün, atışmaları bekçi ile veznedarın, ifrit olması müdürün, canım devlet memurunun... Çilingirin çektiği 'haydaaa', müdürün ifriti, cümle cinsten bankaların aynı kaderi paylaşması o sabah... O cenabet sabah... Ezber bozulursa kıyamet kopar misali... Bozulan ezberler size sıkı bir esin kaynağı diyebiliriz sanırım?
- Ezberden hayat oluyor. Ama, bana kalırsa ezberden edebiyat olmaz. Yazının zihinde sıfırdan canlanması lazımdır. Olmayandan. Olmayacak olandan. Ama yine de bir şekilde olandan. O, akıla gelmeyecek şeydir, şeytanın işidir. Ezber bozulursa kıyamet kopmaz. Ezber bozulursa iyisi olur. En iyisi. 'Bunca yıllık yoğurtçuyum, böyle kase görmedim' makamı da bu ezberin yerle bir olmasıdır. Bozulması gerek ezberin. Hem, açılmasın canım kilitler, dağılmasın paralar.
- Gözlemleri, tiplemeleri hayli içselleştirerek yazdığınız besbelli... Bir süreçtir bu da kuşkusuz... Ne kadarı sizden ne kadarı yazından geliyor?
- Hepsi benden. Ve hepsi hayattan. Hiçbiri hayatta bizatihi var değil. Ama yok da değiller. Çünkü gerçek hayattan koparıp getirdikleri parçaları var. İzleri, hatıraları var. Şunun altı çizilmeli muhakkak ki, hiçbiri endüstriyel edebiyatın nesnesi değiller. Saf ve temizler. Bir yazarkasanın elinden çıkmadılar. Piyasa parasıyla, beş para etmezler.
'TEKNOLOJİ DEĞİŞİR, DERTLER AYNI KALIR!'
- 'onlar-Şehzadenin sünneti'... Uyuyan, uyutulan ahaliye, memlekete ironi... Ağacı, paşacı, saltanatsever, şaşaabayılırcı genlerin kökeni... Geçmişin güne adaptasyonu, site site gezişi, canlı yayınlarda kare kare endam edişi... Güya bizden oysa bir o kadar gayrılardan kesitler... Ve 'biz-Boğazlı Kazak'... Metafor buyruk dinlemez yazında, dilde, biçemde... Okur olarak kendi adıma bir sorun olmadığını belirterek, metaforların biçeminize yaptığı tatlı sert katakullilerden memnun mudur yazarı diye sorsam? Ve mesela 'burnu eğri, dili uzun, uykusu hafif müzevirin' eşliğinde bir 'boğazlı kazak ne menem'i bu bağlamda bir açmanızı da rica etsem...
- Ne yaptımsa bilerek ve isteyerek yaptım. Ben o burnu eğri, çenesi düşük müzevir kapıcıyı bizzat gördüm, yaşadım. Adresi bende saklı. Boğazlı kazak, boğaza nazır bir balkonda yaşanan acıların intikamıdır. Sadri Alışık ile Anthony Quinn arasında gidip gelen ise bir sinematografik hazin hafıza.
Bütün bunlardan fevkalade memnunum. Çünkü bu benim, ancak bu kadarım. Sünnet bahsine dönersek, güncel hayata dair bir kötülemedir baştan sona. Aynı anda hem on sekizinci hem de yirmi birinci yüzyıllarda geçen bir ihtilal hikâyesi. Teknoloji değişir, dertler aynı kalır diyen. Yahu sorarım size, bugün televizyon olmasa ne eksilir hayatımızdan?
- Peki, 'siz-Gören Gözler'... Aymazlığa, vurdumduymazlığa, anasının gözülüğüne, aptallığa, hin cinliğe, saf salaklığa, kaygılısına, kaygısızına, halkın ciğerine, damarına, böğrüne, raconlu ve kültürümüzde pek bir velveleli seyrededuran sıradanlığımıza ve de öykülerce bin yaşayası 'falan'a feşmekan'a' dair bir 'dur' hali -veyahut 'kal' hali mi demeli- öyküler okuduğumuz... Saatlerin durduğu, teknolojinin terki diyar eylediği, kameranın kaydetmediği, telefonun çalışmadığı, bilgisayarın ayvayı yediği, pek bir özlendiği!, bu yüzden sosyalin iptal olduğu, hayatın önce rölantiye geçtiği sonra katatonikleşiverdiği anların ironisi...Kitabınız hiç de bilirkişi olmayan bendenizin nezdinde yapısı budur! Elbet yazarı daha iyisini bilir ve yanıtı tastamam verir. Soruyu unuttuk sahi..?
- Ben öyküleri yazarken bir meseleden yola çıktım. O da şudur: Öyküler tek tek basıldığında başka türlü okunur. Bir araya toplandıklarında ise başka bir şey olurlar. Değişik bir şeydirler artık. Bu halleriyle balık kılçığına benzerler, boğazdan geçmezler. Biri bitip diğeri başlarken okurun zihni zorlanır. Adaptasyonu belalıdır. Yani öykü kitabı teknik olarak öykülerden bambaşka bir şeydir. Bir bütün ve biricik olmalıdır. Ama bu da başka bir maharettir. Biz de hikâyeler bitince yayıncı Cem Akaş'la birlikte doğruca Bülent Erkmen'in yolunu tuttuk. (Herkes haddini bilmeli bu hayatta, işi ehline teslim etmeli.) Vaziyeti izah ettik. Meseleye çare sorduk. Erkmen metinleri önüne aldı. Bunlardan kendi meşrebince bir kitap yarattı. Kapağı öyle bir kâğıda bastı ki cismini görmeden resmiyle oyalanmak mümkün değil. Bütün suretler aldatıcı kalıyor. Öyküler arasında da ikişer sayfa boşluk bıraktı. Nihayetinde kitap bin adet basıldı. Her biri numaralandı. Bu haliyle Düzenboz bence biricik oldu. İçeriğini söylemek bana düşmez ama nesne olarak tutkuyla bağlanabileceğimiz gerçek bir 'eser'e dönüştü. Bahtı da açık olsun.
gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr
Düzenboz/ Başar Başarır/ Geniş Kitaplık/ 124 s.