Ev kutsal zindan!
Dizi izliyor herkes, yaşamının o sarsıcı “hakikat”i yerine, öylece bakıyorlar ekrana. Her akşam, türlü kılıklarla, rengârenk, entrikası bol masallara dalıyorlar. Başkasına dikiz atmak hoşuna gidiyor insanların; Acının, ölümün, aldatmanın, sevişmenin, hastalıkların hep başkasının başına geleceğini sanarak, deviriyorlar kıçlarını, uyuyorlar sonra…
Enver Aysever/Kurşunkalem1.Geçen Mart ayında kapandık evlerimize, sonra ne oldu da birden bire sokaklara dökülüverdik, şimdi yeniden ölüm korkusuyla kıvranıyoruz. Sanki başımızı çıkarırsak evden, pusu kurmuş Azrail bekliyor bizi. Garip işte, psikoloji belirliyor her ne varsa, elbet bunu bilen iktidar, elindeki araçlarla biçim veriyor güdülerimize.
Güdü, evet. Düşünen biri bu hallerin mizahın alanına girdiğini fark eder. İnsan, bir kez iradesini yitirdi mi -ki çoğu için hiçbir zaman ele geçmemiştir bile- hazin olur tablo!
Salgın dün de ürkütücüydü, bugün de…
2.Bir süre “yazının” işlevini yitireceğini sandım. Görüyorum ki yazmanın/okumanın yerini başka hiçbir benzer uğraş alamaz. Görsellik etkiliyor kitleyi, ancak gerçek iz bırakmıyor kimsede. Ayrıca güvenilir, saygın da gelmiyor. Ben de böyle düşünüyorum. Saçma sapan dizilerle toplumu, yaşamı kavramaya çalışan güruh bu alışkanlığından vazgeçmeyecek, belli. Ancak o kitlenin herhangi bir düşüncesi olduğunu da sanmıyorum. Güdüleriyle davranan, kibirli kalabalıklar. Beni yoran bu oldu yine. Memleketini dizilerden öğrenmeye çalışan insanlar arasında yapayalnız hissediyor kişi kendini! Tuhaf ülke, liberal salgınla uyuşmuş, çaresiz kalabalıklar. Siyaset bataklığında temiz kalmak mümkün değildir; ya kurallara uyarsın ya sistem seni kusar… Bunu anladık da, ya şu yığınların bizi esir düşüren “beğeni(!)”sine ne diyeceğiz! Okuryazar sanıp kendini, bildiklerini her gün yineleyen, artık ne biliyorsa o yığın karşısında her gün büyüyor çaresizliğimiz. Hani buralardan gidesim var der ya insan; iyi de nereye gideceksin, dünyanın her yanı uçurum, kalabalık cümlelerden taşan teneke tıkırtısına teslim! Hazin…
Dizi izliyor herkes, yaşamının o sarsıcı “hakikat”i yerine, öylece bakıyorlar ekrana. Her akşam, türlü kılıklarla, rengârenk, entrikası bol masallara dalıyorlar. Başkasına dikiz atmak hoşuna gidiyor insanların; Acının, ölümün, aldatmanın, sevişmenin, hastalıkların hep başkasının başına geleceğini sanarak, deviriyorlar kıçlarını, uyuyorlar sonra…
3.Çok zamandır görülen bir hesabın içindeyiz, pek mertçe de değil, yüz yüze dövüşmek mümkün görünmüyor. O salgın var ya, artık tüm ölçülerin piyasaca konulduğu, ürkütücü liberal salgın, aklımızı, vicdanımızı esir almış durumda. Göçük altında kalmış insanın yaşama tutunma çabasını da, madencinin ekmeği için çırpınışını da dizi gibi izliyor yığınlar. Hazin…
Keskin öfke yok, sahiden sevgilinin eline dokunmak mümkün değil, derinlemesine bir fikri savunmak imkânsız. Ekrana bakıyor herkes, orada ne söylenirse ikna olmaya hazır. Sabah işe gidebilirse eğer, iyi kötü maaşını düzenli alıyorsa, mesele yok işte. Konuştuğu dil yok olmuş, memleket ağır darbe almış ne gam… Nasılsa bir reklam filmidir sürülen yaşam, kalkıp derse ki biri “her şey çok güzel olacak” diye, niye inanmasın ki! Recep İvedik izleyen halkın özgürlük talebi olamaz!
4.Geçende sordular: “Edebiyatı kutsuyorsun, öyle mi hakikat?” diye. Düşündüm de, elde başka ne kaldı ki, darbe ardından -12 Eylül- ilk kitap fuarında gök gürültülü sesiyle insanlara güven veren o dev yazarlara sığınmıştım. Karşımda heybetli tanrılar kükrüyordu, evet. Memleket için sıkıyorlardı yumruklarını, mahpus yatmışlardı, ekmekleri çalınmıştı, sözlerine kilit vurulmuştu. Kalkmışlardı ayağa yine, “Memleket” diyorlardı, çocuk kalbim atıyordu coşkuyla. Kitaplar vardı sonra, evrenin gizini fısıldıyorlar kulağıma.
5.Günceler yayımlandıkça, tepkiler de gelmeye başlıyor, okuyorum. Günce tutmanın pek kolay olmadığı görüşünde birleşiyor insanlar. Kimi bunu cesaret sayıyor, bazısı disiplinli olma gereğine dikkat çekiyor. İkisi de bir ölçüde doğru. Yazma alışkanlığı edinmiş kimsenin, günce dâhil, yazmadan yaşama olanağı yok. İş ki yola düşülsün.
Cesaret meselesi iyice irdelenmeli. İşin doğrusu, hiçbir kimse, kendini tüm çıplaklığıyla ortaya koyamaz. Benim için de geçerli bu. Elbette ruhumun, bulabildiğim kadar, tamamını paylaşmam olası değil. Anlaşılan o ki, şuncacık açığa çıkarmak bile insanların dikkatini çekiyor.
Arada sayfalarını karıştırıyorum, yakın geçmişe bile ne kadar yabancı olduğumu görüyorum. Sanki biri yaşamış tüm bunları, kayıt altına almış gibi.
6.Görsel saldırı altında, can çekişiyor insanlar. İmgenin ne olduğunu bilmeyen nesiller yetişti, düşleri çalındı çocukların. Şiir, dilin yetmediği yerde, yepyeni dil kurma yetisidir. Cesaretle kendi sesini bulma çabasıdır. Başkasının aklından geçen şekilleri, işaretleri art arda diziyorlar, bunları hareketli akıtarak, üstüne müzik boca ederek, renkle boğarak koyuyorlar önümüze. Duygular, ancak o bilmediğimiz el ne isterse, öylece biçim alıyor. İmgenin uçsuz bucaksız, özgürlük veren güzelliğini öldürdüler. Şairler küskün, belki bir yerde bir başlarına ölmek için bekliyorlar.
Bu çağın en büyük kederi bu körlüktür. Kimse ruhuna açılan pencereye meraklı değil, ardından duyacaklarına cesareti yok.
7. Yağmur var, göğe çoktandır bakmayı unutmuş insanlar, başını kaldırmayı bırakmış, karşısındakinin gözlerine bile bakmaktan aciz. Sanki utançlarını gizler gibi, bu karanlık çağın boğucu havasında soluk almaya çalışıyorlar. Kapılar kapanıyor geç saat, işçiler geçiyor uzaktan karaltı halinde ve herkes yazgısına gömülüyor. Oynuyor ekranda renkli görüntüler, abartılı müzikler, kimliksiz duygularla kendinden geçiyor kalabalıklar. Düşler yaralı, çalınmış. Kimininki yorgun.
“Ev kutsal zindan” diye mırıldanıyorum!