Eren Aysan'dan 'Silsile'
İlk romanı Gece Uyurken ile Yunus Nadi Roman Ödülü’ne değer görülen Eren Aysan, yeni romanı Silsile’de darbenin savurduğu hayatları anlatıyor. Silsile, gerçeklerin mutlaka ortaya çıkacağına dair; gerçeklik, bellek ve hesaplaşma üzerine sarsıcı bir roman.
Turgay Fişekçi- Yeni romanın Silsile, kuşaklar arası süren bir acının, farklı coğrafyalara dağılan bir hikâyenin izini sürüyor. Sen de acılar yaşamış bir annenin ve babanın çocuğusun. Bu romanı yazmaya karar verirken, kişisel geçmişin ne oranda etkili oldu?
Bu kederli ülkede acılardan payımızı alarak yaşıyoruz ne yazık ki. Kiminin üstüne hüzün daha fazla çöküyor, kimi yakasını bir şekilde kurtarmaya çalışıyor. Sanırım eli kalem tutan hemen herkesin yazdıkları da kişisel tarihinden izler taşıyor.
12 Mart’ı yaşamadım ama o dönemde cezaevine girmiş bir babanın çocuğuyum. 12 Eylül’de çok küçüktüm. Pavese, “Geçmişi değil anları hatırlarız,” der. Gerçekten de anılar dizgesi değil, zihinsel parçalar üşüşür zihnimize. İşte çocukluktan kalan o anların büyük bir kısmını unutmayı tercih ederdim.
‘ROMANI EYLÜL ÇOCUKLARINA ADADIM’
Öte yandan “Silsile”, birlikte büyüdüğüm bir dostumun - Sevgi Can Yağcı’nın - hayatından minik de olsa parçalar taşıyor. Ancak bambaşka bir kurmaca var karşımızda. Biyografik roman yazmayı hiç düşünmedim.
Sevgi’nin babası, edebiyat okurlarının iyi bildiği bir isim: Öner Yağcı. 12 Eylül’ün hemen sonrasında TÖB-DER davasında yargılandı. Sevgi üç yaşındaydı o zamanlar. Annesi eşi gibi siyasetin içindeydi. Yeniden cezaevine girmemek için kendi arzusuyla ayrıldı bu dünyadan. Bu nedenle “Silsile”yi Öner Yağcı, Sevgi Can Yağcı ve bir parça kendimi de içine alarak “eylül çocukları”na adadım.
‘TAM DA BUGÜNÜ ANLATMAYA ÇALIŞTIM’
- Henüz ikinci romanı yayımlanan genç bir yazar olduğunu düşünürsek, bugüne ait bir hikâye anlatmak yerine geçmişe yönelmeni nasıl açıklıyorsun? Sonraki yapıtlarında geçmiş peşini bırakacak mı sence?
Aslında “Silsile”de tam da bugünü anlatmaya çalıştığımı düşünüyorum. Romanın baş kişisi Elâ, yıllarca kendinden saklanan aile sırlarıyla boğuşurken bir yandan da kocasıyla, akademik çalışmalarıyla, hayatın ona dayattıklarıyla başa çıkmaya çalışıyor. Geçmiş yakasını bırakmıyor bir türlü. Her şey büyük bir yolculuğa dönüşüyor. Amerika’da başlayan Mardin’e kadar uzanan sınırları hayli geniş bir macera bu.
Andre Malroux çok sevdiğim bir romanında, “İnsanlığın yazgısı bir tarihse, ölüm yaşamın bir parçasıdır; değilse yaşam ölümün bir parçasıdır,” der. Madalyonun iki yüzü gibi.
Bu topraklarda bir de kendi hayatımızın sıradan akışı içinde ülke tarihinin dayattığı çok katmanlı gerçeklikler var. Her sabah uyanır uyanmaz bizi teslim almaya çalışan boğucu atmosfere rağmen gülümsemeye çalışıyoruz. Yakın tarihi yahut içinde olduğumuz şimdiyi çözümlemeye çalışmanın, hesaplaşmanın tedirginliği var üzerimizde.
Bu nedenle öyle kolay üstümüzden atabileceğimiz bir örtü değil geçmişimiz. Hayatlarımızı esir alsa da, örselese de yazın alanında uçsuz bucaksız imkanlar sunuyor bize.
‘DÜNYA EZİLENLER İÇİN İYİ BİR YER DEĞİL’
- Silsile'deki kişiler, kanlı canlı, başarılı roman kişileri olarak göründü bana. Farklı kuşaklardan, farklı kültürel çevrelerin insanlarını bu denli başarıyla anlatman, bu insanları iyi tanıdığını mı, yazarlığının yaratıcı yanının gücünü mü, yoksa ikisinin birlikteliğini mi gösteriyor?
Öncelikle roman kişilerini başarılı, kanlı canlı bulduğunuz için bir hayli gönendim. Ama romandan yola çıkarak yeryüzünde yazarlığın yaratıcı gücüne dair söz söyleyebilecek son kişiyim. Bununla birlikte farklı kültürel çevreden insanların ve farklı kuşakların birbirleriyle kurduğu gözle görünmez bağlar olduğuna inanıyorum. Öncelikle “vicdan” temelinde baktığımızda ortak bilinç dünyanın ezilenler için iyi bir yer olmadığını söylüyor.
‘ŞİİRİ HEP ÇOK SEVDİM’
- Hayat karşısında yenik insanların hikâyeleri ister istemez yoğun bir hüzün duygusunu da birlikte getiriyor. Senin romanında da okurun canını yakacak kertede bir hüzün duygusu var. Sanki hüzünlü şiirler yazacakmışsın da bu şiirler roman sayfaları arasına karışmış gibi. Yazarken düzyazıyla şiirin birbirine karıştığını hissediyor musun?
Şiiri hep çok sevdim. Zaman içinde onunla arama mesafe koymaya karar versem de çok başarılı olamadım sanırım. Romanda Elâ’nın annesi de yetmişli yılların şairlerinden. Bir ara annesi gibi şiirler yazmak istiyor. Şiir, başdönmesi, yeniyetmelik, çılgınlıklarla dopdolu aşklar, doludizgin tutkularla sarılı yılları çağrıştırdığı için uzaklaşıyor.
Hani gençlikte yapılan her şey toylukla iç içe değerlendirilir ve mazur görülür ya! Şiir yazmasının da hoşgörülmesini istiyor. Büyüdüğünü göstermek için şiirden vazgeçiyor. Annesi gibi şiirler yazamayacağını da biliyor. Bu noktada itiraf etmem gerekir ki, Elâ’yla biraz benziyoruz sanırım.
Bir de Paul Valery; “Düzyazı koşarak, şiirse raksederek ilerler,” der. Belki de ikisinin romanda iç içe geçmesi şiirle düzyazının kardeşliğini gösterebilir. “Silsile”, şiirin kıymetli olduğu bir döneme vurgu yapıyor aslında. Belki de romanı yazan şiirin kutsallığını hiç yitirmeyeceğinin bilinmesini arzu ediyordur, kim bilir?
ROMAN SANATI İÇİN TARİHİN ANLAMI
- Romanının tarihsel arka planının 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 günlerinden günümüze uzanması, bu dönem üstüne edebiyatın söyleyeceklerinin de kolay tükenmeyeceğini düşündürdü bana. Bu dönemlerin edebiyatımıza yeterince yansıdığını ya da bu dönemlerin aynı zamanda edebiyatçılar için kolay tüketilemeyecek zenginlikte bir altyapı oluşturduğunu düşünüyor musun?
Yalnızca 12 Mart ve 12 Eylül’ü değil ondan daha evvelki dönemi de içine alarak düşündüğümüzde temel sorunun, “Roman sanatı için tarihin anlamı nedir?” olması gerektiğine inanıyorum. Aslında bu soruda bile başka sorular saklı. Tarihin gücü mü? Salt onun aktarımı mı? Yoksa edebiyatın kendi bağımsız, estetik birikimini de öne alan ama tarihsel bilinci de dışlamayan o damarı yakalama başarısına sahip olmaya çalışmak mı?
Şunu asla unutmamamız gerekiyor bence. Yaşadığımız coğrafya sürgünlerin, öldürümlerin, savaşların, acıların sıklıkla taştığı bir nehir gibi… Bir yazarın kaleme aldığı hayattan ne kadar bağımsız olabilir? Dolayısıyla “Silsile”de bir ailenin tarihi kısmen de olsa kahramanın, Elâ’nın yaşamında bütünleşiyor.
‘TARİHİN BELLEĞİ İNSANIN BELLEĞİ!’
Walter Benjamin’den el alarak söyleyebilirim: Tarihin belleği bir anlamda insanın belleğidir. Yoksa o korkunç unutuşun kapısında harcanırız. Dünyanın karşısında insanlığın edinebileceği son kepazelik belleksizlik olurdu.
Tarihi ya da günceli, hatta bütün bunları geçtim pek çok irili ufaklı olayın su yüzüne çıkmamasının nedeni, toplum olarak gerçeklikten kaçmayı bir alışkanlık haline getirmemizdir.
Kolektif ve hatta seçici bir unutkanlık karşısında yazmak süreç içinde dirence, yeri geldiğinde de belgelemeye dönüşüyor. Ancak gerçekliği bu kadar acıtıcı bir biçimde yaşarken gerçekliği kavrayışımızda büyük sorunlar olduğu düşüncesindeyim.
Bir de eskimeyen, kimileri istese bile o etkisi hâlâ sarsılarak süren, tükenmeyen dönemler var. Karşısında ise “politik roman” mı deyip dudak büken tuhaf bir bakış açısı. Soru o kadar güzel ki… her birini ayrı ayrı düşündürüyor.
Silsile / Eren Aysan / Kırmızı Kedi Kitabevi / 184 s. / 2020.