En büyük kurban bilme hakkı
Gezi Direnişi pek çok şeyi değiştirdi, görünür kıldı. Medyadaki baskı ve sansür de bunlardan biriydi. Merkez ya da ana akım nasıl tanımlarsanız tanımlayın medyanın gazetecilik yapmak yerine iktidara ‘yaranma’ ve ‘emirleri’ yerine getirme aracı olduğunu da herkes gördü. Uzunca bir süredir medya zaten baskı altındaydı; susanlar ve yandaşlaşanlar işlerine devam ederken ‘gazetecilik’ yapmak isteyenler işlerinden oldu, bazıları da işlerini bıraktı. İşte bu yazı dizisi de başkalaşım geçiren Yeni Medya’nın, başka bir deyişle “Helal Medya”nın hikâyesi...
cumhuriyet.com.trİleri demokrasinin sıklıkla telaffuz edildiği Türkiye’de iktidarın politikalarını öven medya organları yaşayabiliyor. Medya-siyaset-sermaye üçgeninde, olan gerçeklere oluyor.
Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu
GSÜ İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi
l Bilindiği üzere, Freedom House Örgütü’nün “Basın Özgürlüğü: Küresel Medya Bağımsızlığı Araştırması” başlıklı raporunda Türkiye’ye, “yarı özgür” kategorisinde yer verilmiş, TCK’nin 301 ve 216’ncı maddeleri ve Terörle Mücadele Yasası’nı da içeren bir dizi yasa altında gazetecilere yönelik hukuki baskının, gazeteciler, editörler ve medya sahipleri arasında artan biçimde otosansüre yol açtığı öne sürülmüştü. Burada düşündürücü olan nokta; “ileri demokrasi”nin sıklıkla telaffuz edildiği ülkemizde, iktidarın yalnızca icraat ve politikalarını öven medya organlarına yaşam alanı sağlayıp, “öteki”lerine de “ya sev ya terk et” desturunu çekmesidir. Sınır Tanımayan Gazeteciler’in Basın Özgürlüğü Raporu’ndaki ölçütlerden bazıları, “hapiste yatan, cinayete kurban giden, evinde, ofisinde arama yapılan, saldırıya uğrayan gazetecilerin sayısı; kamu yayıncılığı bağımsız mı? Ekonomik, idari ve yasal baskı var mı? Sansür ve oto-sansür ne âlemde? Medya sektörünü düzenleyen hukuki çerçeve nasıl? Medya özdenetimini gerçekleştirebiliyor mu? Ülkede araştırmacı gazetecilik yapılabiliyor mu? Medya, hükümet politikalarının olumsuzluklarını rahatlıkla haberleştirebiliyor mu? Eleştirel habercilik yapan gazeteciler susturuluyor mu veya işten atılıyor mu” türünde. Sorulara verilen yanıtlardan çıkan sonuçlara göre; karnemiz oldukça zayıf. Türkiye’de siyasal yaşamda uzun zamandır yaşanan kutuplaşma ve gerginlikte medya da aktif rol üstlenmekte. Medya-siyaset ve büyük sermaye üçgeninde birbirlerini kollama kaygısıyla yaşanan ahbap çavuş ilişkileri içerisinde yine en büyük kurbanlar “kamuoyunun bilme hakkına sahip olduğu gerçekler” olmakta.
Erdoğan - medya ilişkisi
Başbakan Erdoğan iktidara geldiğinden beri medyadan gelen eleştirilere ne kadar hoşgörüsüz olduğunu her fırsatta göstermiş, kendisi hakkında çizilen karikatürlere karşı dava açmış; bu olay Independent ve Die Welt gibi gazetelerde karikatürler eşliğinde eleştirilmişti. Kamuoyuna hangi gazeteleri okuyup okumayacağını, medya patronlarına, gazetecilere yönelik olarak “Atın işten bunları, maaşlarını siz ödemiyor musunuz” demesi, seçim öncesi çıktığı ünlü “anchorman”ların programlarında yılların deneyimli gazetecilerine “Böyle de soru olur mu” diye ayar çekmesi, bazı gazetecileri namertlikle suçlaması, bazılarını ise haberleri yüzünden “bedelini ödeyecek” tehditleri sayılabilecek talihsiz örneklerden. Türkiye’de özeleştiri kültürü ne kurumsal ne de bireysel düzeyde gelişmiş bir olgudur. Siyasiler ve özellikle de siyasi iktidar “medyanın en önemli sorumluluğunun kamu nezdindeki sorumluluk olduğunu unutmamalı”, medyadan “amigoluk, avukatlık, savcılık, tetikçilik” beklentisi içinde olmamalıdır.
İktidar yanlısı medya Gezi hareketinin tamamen örgütlü olduğunu, protestocuların içinde marjinal, provokatör, darbeci, ulusalcı, Ergenekoncu ve en son olarak da psikolojik harp merkezi Beyaz Kuvvetler’in olduğunu, bu hareketin dış güçler himayesindeki yabancı istihbarat denetiminde yürütüldüğüne dair komplo teorilerini yinelemekten çekinmedi.
Bazı gazeteler özellikle gençleri ve muhafazakâr kesimi karşı karşıya getirmek amacıyla Miraç gecesi yasadışı grupların sokakları ateşe vereceklerini yaydılar, camide ibadete gidecek vatandaşları tahrik edeceklerine dair kışkırtıcı haberler yaptılar, bazıları akademisyen, sanatçı, gazetecileri hedef gösterdiler. Camide içki içildi iddiası, cami müezzininin terörle mücadele şubesi tarafından altı saat sorguya çekilip “Ben bir din adamıyım yalan söyleyemem, camide içki içildiğini görmedim” demesi üzerine bile medyada sürdü. Bu süreçte Işın Eliçin, Yavuz Baydar gibi yazarların yazıları yayımlanmadı, ayrıca Akşam gazetesinden genel yayın yönetmeninin dışında Gezi Direnişi’ne destek verdikleri için iki gazeteci de gazeteden ayrılmak zorunda kaldı. Sabah gazetesinin ombudsmanı Yavuz Baydar son yazdığı yazıda Sabah gazetesinin “Günaydın Gezi” başlığını eleştirmişti. Gazetenin genel yayın yönetmeninin hem Baydar’ın yazısını yayımlamaması hem de kendi köşesinden bir okur mektubunu kullanarak resmen “ombudsmanını okuruna dövdürmeye” -okur mektubunun gerçek mi yoksa yaratılmış mı olduğu da belirsiz- olanak sağlaması gazetecilik etiği açısından oldukça sorunlu. CNN International PR resmi Twitter hesabından “CNN, Türkiye yayınının arkasındadır. Yaptığımız tarafsız yayın için özür dilemedik ve dilemeyeceğiz” açıklaması yapılmasına rağmen yandaş medya ısrarla CNN International özür diledi dezenformasyonunu yaymaktan vazgeçmedi.
Gazeteci aktivist olmamalı mı?
Gezi olaylarında en başta başlayan barışçıl eylemlerin polis müdahalesi ile şiddet olaylarına dönmesiyle iktidarın tutumuna karşı çıkan gazeteciler siyasal aktivizm yapmakla eleştirildiler. Objektifliğin mümkün olmadığı siyasi kültür ve iklimlerde aktivizm ve gazetecilik arasındaki farkın tanımını yapmak imkânsızlaşıyor. Ülkemizde aktivizmin neredeyse terörizm gibi algılanması da başka bir sorun, “aktivist” değiştiren dönüştüren kişi ama bu dönüştürme eyleminin; devirmek, darbe yapmak gibi algılanma riski var. Şu temel soruları sormak önemli:
1-Gazeteci olmak demek tüm inanç, değer, siyasi görüş vs. askıya almak mı demektir ayrıca böyle bir şey mümkün müdür?
2- Gazetecinin barış, demokrasi, insan hakları, toplumsal ilerleme ve ulusal özgürleşim gibi evrensel insani değerleri savunmak gibi bir görevi olduğuna göre, belli adaletsizlikler, insan hakları ihlalleri karşısında sessiz kalmak da mümkün müdür?
Gazetecilik ve aktivizm konusu tüm dünyada tartışmalı bir konu. Uluslararası gazetecilik kuruluş ve örgütlerinde gazetecilik mesleği ile aktivizm arasında ayrım yapılması öneriliyor. Diğer yandan gazeteciler siyasal aktivist olmamalı derken muhabir ve köşe yazarı ayırımına da dikkat çekiliyor. Gazetecileri Koruma Komitesi gazetecilik mesleğinin bileşenleri konusunda katı bir tanım yapmıyor. Her bir olaya kendi bağlamı içinde gazetecinin haberini inceleyerek karar veriyor. Diğer yandan, Media Alliance’dan Terry Messman “Muhaliflerin sesini hiç duyamıyoruz objektif habercilik yapma adına sosyal adalet, demokrasi ve insan hakları aktivistleri kurulu düzenin kurbanı oluyorlar. Gazetecilik ve aktivizm beraber var olmadıkları sürece sosyal adaletsizliklere savaşmak mümkün değil. Demokrasi yanlısı aktivistlerin olmazsa olmazı ifade etme özgürlüğü hakkına sahip çıkmaktır” diyor. Burada özellikle üzerinde durulması gereken konular; gazetecinin mesafeyi koruyabilmesi, nefret söylemi üretmemesi, savaş ve darbe çığırtkanlığı yapmaması ve şiddete özendirmemesidir.
Artı Bir'deki rüya kısa sürdü
Haluk Şahin
Medyaya yönelik ideolojik temizlik özellikle 2007’den bu yana devam ediyordu, bu dönemde tufana döndü. Çünkü Gezi Parkı ile AKP hegamonik bir kırılma yaşadı. İktidar kitleleri ikna edebilmek için yeni enstrümanlar ararken farklı sesleri de susturmaya devam etti. Mesela Akşam gazetesi hiçbir zaman muhalif değildi ama farklı sesleri de barındırıyordu. Onlara da yaşam hakkı tanımadı! TMSF’nin etkili olduğu yerlerde hiçbir eşitlik kaygısı olmadan “temizlik” yapıldı. Şaşılacak şey mi? Elbette değil. Medya öldü, işlevsizleşti. Halk da medyayı “kendini habersiz bıraktığı için” haklı olarak eleştirdi. Direniş günlerinde “Kanal Artı Bir”, “UlusalKanal” ve “Halk TV” en yüksek izlenme oranlarına sahipti, çünkü diğerleri üç maymunu oynadı. Ama bizim rüyamız da uzun sürmedi. Kanal Artı Bir’de hayal kırıklığına uğradık. Kanalın sermayedarları kanalın en temel ihtiyaçlarını karşılamak konusunda üşengeç davranırken öte yandan da kanalın editoryal özgürlüğünü bir kenara bıraktılar. Bu şekilde bağımsız ve özgür habercilik yapabilmemiz mümkün değildi. Gezi Direnişi’nde yaptığımız haberleri Türkiye değil dünya konuştu. Şimdi biz ayrılıyoruz, peki yaratılan medya değerinin sahibi kim? Biz emekçiler mi kanalın sermayedarları mı? Biz kanalın onu yaratan medya emekçilerinin kanalı olduğunu biliyoruz ve bunun için hukuki bir mücadele vermek istiyoruz!