Ekmel Denizer'le 'Islıkla Çalınan Öyküler'

Ekmel Denizer yaşama, yaşamlara yakın plan yapıyor ki ne' Öykülerinde herkese ve her şeye yer var... Hoş geliyorlar, sefalar getiriyorlar kapı içeri... Pürneşenin erbabı, derin bir insan sevgisi ve daha derininden yurt sevgisi yüreğinde, kaleminde, bilincinde konuşlu.

cumhuriyet.com.tr

Hayatla çare yok terennümünde zifir karası asla değil ama makul, sahici bir tevekkülün dışavurumu işte... Ayrıca politik, sivil inisiyatif unsurlar da yerli yerinde, en doğal, en sahici satırlarla eklemde... Doğadan, binaların azametinden uzakları salık veriyor, işaret ediyor öyküleri... Köy-kent ayrımında ibre köyün saflığından, hayatın basit, net ve bir o kadar anlamlı bileşiminden yana' Buna bir de elbette en çok semt yaşamını da eklemeli.. Semtleri hele ki tarihi, geleneği olan, koruyan belki biraz da bocalayan kentleri daha birçok seviyor... Denizer'le Islıkla Çalınan Öyküler'i konuştuk.


-Edebiyata verilen hayli uzun bir aradan, dile kolay 30 yıldan sonra öykülerinizle buluştunuz okurlarla... Okurla kimi dedikodu bile yapan, dili yalın, dili gümrüksüz öyküler' Hele Trakya öyküleri... Kuşkusuz sizin için en özeli...

- Teşekkür ederim, dil konusundaki değerlendirmeniz çok yerinde oldu. Benim edebiyatım dil üzerine kurulu, arı Türkçe kullanıyorum. Samimi bir dil, birinci tekil şahısla konuşuyorum. Ama deneme desen deneme değil, hikâye desen hikâye değil, anı desen anı değil ama hepsi de var. Ben şair kökenliyim, şiirden yola koyuldum. Zaten metinlerimin çoğuna mensur şiir denilebilir. Bir sözcük büyüler beni onun arkasından giderim nereye götürürse' Trakya öykülerinin yeri hakikaten ayrıdır. Eşimin babasının Trakya'da arazileri vardı, çiftçiydi, '70'den bu yana da her yaz oraya gideriz, bir de yazlığımız var. Yansımıştır yazılarıma, öykülerime... Kayınbiraderim Ali Kemal de liseden arkadaşım. Kasıtla Ali Kemal derim ona. Beni kızdırmak için bam telime basardı, kapışır birbirimizi yerdik. Bilmeyenler, bunlar birbirlerinin cenazelerine gitmezler, derdi. Ama darılmazdık. Et tırnak gibiydik, ayrılmazdık, onunla her gün yaptığımız muhabbetlerin sonucunda o çok ısrar etti, ne olur şunları kaleme al, diye.

- Öykücülüğünüzün omurgası, biçeminizi biraz açar mısınız, Ekmel Denizer nasıl yazar, nasıl başlar?


- 'Akşam oldu yine bastı kareler' türküsü gibi; (gülüyoruz) akşam olur bir-iki sözcük, bir-iki dize dürtükler beni, oradan oraya giderim. Kitap okumanın kazandırdıklarıyla, çağrışımların çağrıştırdığı sarmal bir yola sürüklenirim. Bu arada ortaya bir metin çıkar. 'Her harmandan bir başak aldım' der ya Sadi, ben de yazınsal güzelliği olanı kendi dilimle naklederim. Okuyan olursa dikkatini çekmiş olmak, paylaşmak ya da kimi zaman; 'yok mu ya; ben onu da okudum' böbürlenmesi olabilir. Bir bakıma yazdıklarım benim değil, severek, benimseyerek özümlediklerimdir.

Örneğin, şiir gibi bir tümcedir: 'Balık yiyip, rakı içmek için gelmişe benzeyen bu yaz akşamı'ndan çeker alır, öykümde bir güzel ağırlarım Sait Faik'in Fındık Ali'sini.

Bir de şuna bakın; ne güzel uyarlanmış' Bir sözcük bu kadar mı uyarlanır? Türkçe bu kadar mı güzelleştirir yabancı bir sözcüğü? Sabahattin Eyüboğlu 'gülen düşünce' demiş 'humor' için. Gel de kopya çekme; 'gülen düşünce'dir benim metinlerim, deme'

Sanatçılar ince ruhlu insanlardır. Küstümotu gibidir bazıları, gün gelir kendilerine darılır, sus-pus olur, kutsal bir suskunluğa düşerler. Şairseler şiir yazmaz, ressamsalar resim yapmazlar. Zorlu bir uğraş verirsiniz, uzun sürer barıştırmanız. Bir resim bir kitabı, bir kitap bir ressamı, bir ressam bir semti ve o semt neleri çağrıştırır, belli mi olur?

İlham geldi mi beni bir sözcükle alır götürür. Bu bir çiçek olur, ülkemin bir sorunu olur, bir tarih olur ama özellikle edebiyat olur. Benim de her yazar gibi yazamadığım anlar vardır. O süre biraz uzun sürünce bir Sait Faik öyküsü okuyuveririm, hemen yazmaya tetikler beni.

Kökeni ne olursa olsun kişisel sözlüğümden düşen bir yabancı sözcük, toprağımda dalgalanan yabancı bir bayrak indirilmişçesine mutluluk veriyor bana.

Sait Faik'in Kanımda Dolaşan Şu Türkçe Dili ile coşarım. Türkçemize hizmet için bu başlık altında çok yazı yazdım. İyi ki tırnak içine almışım; bir büyüğüm. 'Oğlum, Türkçe zaten dil, 'Kanımda Dolaşan Türkçe ile' demen yeterliydi' diyerek hem benim, hem de Sait Faik'in yanlışını düzeltti.

Yeni sözcük güzelse, gayretime gerek kalmaksızın benimsetir kendini ve onu kullanmak için fırsat kollarım.

 

Çetin Altan ve oğulları

- Üslubunuz birçok yazarla 'karındaşlık' bağı içinde...


- Edebiyat sevgisi çocukluğumdan beri içime işlemiştir. Divan şiirinin yazıma kattığı müziği yadsıyamam. Yenişehirli Avni'yi çokça anarım; rintlikten yana taraflarım ondan beslenmiştir belki. 'Doymadım mey-u mahbuba bu meyhanede/Bir gözüm saki de kaldı bir gözüm peymanede''

Farsça ve Arapçanın egemenliğine girmeseydik Türkçe ne kadar varsıllaşacaktı kim bilir? Âkif anlaşılabilir bir Osmanlıcayla yazıyor. Yazık ki, Fikret'i sözlükle bile zor okuyoruz' Günümüzde öylesine gereksinimimiz var ki, keşke aydınlanma da dilin öneminin ayrımına varsaydı, diyorum.

Dilimi oluştururken katkıları büyüktür bir Ziya Gökalp'in. Sonra Hececiler, Enis Behiç'in şiirleri, Faruk Nafiz, Yedi Meşaleciler, ondan sonra Falih Rıfkı, Cahit Külebi, şu anda aklıma gelmeyenler' Attila İlhan ve Çetin Altan kuşağımızın idollerindendi. Hey gidi Koca Çetin Altan!

- Yıllar önce bir söyleşi yapmıştım kendisiyle, anımsıyorum çöz çöz bitmemişti' Kadim bir sözcük cambazı değil mi?


- O neyin cambazı değildir ki! 11 ya da 13 kişiyi İşçi Partisi mebusu olarak Meclis'e o soktu. 'Senin orada olman bir marangoz hatasıdır' dedi Meclis Başkanı'na. O süreci, (milli bakiye) devam ettirebileydik bu günlerimiz çok farklı olurdu. Ali Baba ve Kırk Haramiler, 1001 Gece Masalları'na gömülür, hortumculukmuş mortumculukmuş, bilinmez olurdu. Sözcük cambazı dediğiniz gibi.

'Türkçesi bozuk, sonradan görme köylü... sine-i millete gidecekmiş, cehenneme kadar yolun var!' diyebilecek kadar gözüpek bir yurtseverdi. Çetin Altan'ın annesinin evinde kiracı oturduk, eşimi oraya gelin getirdim. Oğulları yaramaz. Ama bu böyle oluyor galiba; o da yaşlandıkça çocuklarının etkisi altında kalıyor. Bunu doğal karşılamak lazım.

Aynı şey Steinbeck'de de oldu. Oğulları Vietnam'da savaşırken böylesi tavır sergiledi. Bitmeyen Kavga'yı, Gazap Üzümleri'ni yazan Steinbeck değil sanki Amerikan faşizanı. Demek ki yaşlanınca kimi insanda rikkat duygusu mu diyeyim, çocuklarından yana tarafsızlığını yitiriyor.

- Yurt sevginiz metinlerde de kendini ortaya koyan ilk unsur desek yeridir?


- Öyledir. Aşırı bir yurt sevgim vardır. O beni maalesef hoş olmayan bir fanatizme sürükledi yıllarca ama tabii biz Atatürk milliyetçisiyiz, yani şoven değiliz hiçbir zaman.

Tabii biz yazarlar bir gün sınırların aşılacağı umudundayız. Atatürk bunu başarıyordu, Balkan Antantı'nı kurdu, o kadar büyük bir dostluk vardı ki Balkanlarda ticari ilişkilerden, ta sportif etkinliklere kadar... Eğer II. Dünya Harbi'nde Almanlar Romanya'ya girmiş olmasalardı bugün Avrupa Birliği denilen şey o zaman kurulmuştu.

Faşist bir kurum olarak görüyorum bugünkü AB'yi. Almanya'nın İtalya ile yapamadığını bugün hep beraber yapıyorlar.

- Karamsarlığa seyirtmiyor kaleminiz ille de umut var... Pür neşe var ki ne...

- İnsanlara onu vermek gerek hele bizim ülkemizde. Hiçbir şeyi kalmadı halkımızın biraz da olsa gülümsesinler. Geleneklere, sevgilere, değerlere sahip çıksınlar... Maalesef hep karamsarca yazılıyor günümüzde. Halbuki yapıcı olmalıyız.

 

"Kadın yazarlarımız daha yürekli"

- Etkilendiğiniz isimlerle devam edelim...

- Kadın yazarlarımızla devam edeyim. Kadın yazarlarımız -bunu özellikle söylemek istiyorum- çok daha yüreklice, içli ve daha yazınsal yazıyorlar. Örneğin, okuduğum en güzel metinlerden biri Ayşe Kulin'in Güneşe Dön Yüzünü'dür. Osmanlıcılarla Cumhuriyetçilerin mücadelesini, ayrımını fevkalede güzel bir lirizmle anlatır.

Keza Mine Kırıkkanat'ı çok beğenirim. Öğretmenim' öyküsünü eşimle birlikte okurken çok duygulandık gözlerimiz dolu doluverdi.

Müşerref Hekimoğlu'nun Aziz Nesin'le aralarında geçen herkesin bir parça şımarmaya ihtiyacı olduğunu anlatan bir metni vardır. Kesip sakladım. Dedeleri, nineleri 'Çok şımartıyorsun' diye paylayan anne babalara okutuyorum. Bu üç metin 'okuma parçaları olarak' ders kitaplarına girmeli, diye düşünüyorum.

Gelelim yabancılara, yabancılardan da sevdiklerim hep Türk düşmanı kötü şansıma. Ama tabii onlar o gözle bakabilirler.. içimizdeki bedhahlara bakmalıyız. Onları veto edebiliyorum ama yabancıyı edemiyorum.

Göçebe'nin yazarı Knut Hamsun'u çok beğenirim, yani beni tetikler o anlamda. Sıkıldığım, bunaldığım zaman alır Dünya Nimeti veya Göçebe'den bir iki pasaj okurum, hemen yazmaya heveslenirim. Türkleri kan içen barbarlar diye niteler Kunt Hamsun ne yazık ki.

Türk düşmanıdır yine maalesef Andre Gide de. Örneğin Marcel Aymé'yi çok severim. Onun Duvargeçen adlı kitabındaki Bir Poldev Masalı'nı 50 yıldır eskimeyen bir beğeniyle tekrar tekrar okurum.

- Yapıtlarınızda öne çıkan objeler konusu... Bir rapsodi hatta parodi şeklinde zincirleme bir yapıda kenetli... Anlatır mısınız?

- Ben, değil desen yapmak, doğru dürüst bir çizgi bile çekemem ancak resme tutkunum. Çok sergi gezdim. Bir gün 'Köyümüz' gazetesinden acele bir yazı istendi. O gece oturup alelacele 'Resim, Ressam ve Galeriler' diye bir yazı yazdım. Çevremde beğenilince yazmayı sürdürdüm. Ortaya Resmin Çağrışımıyla diye bir kitap çıktı.

Bir büyüğümle Boğaz Köprüsü'nden geçerken idare binalarının yanındaki 'anıttaş'ı gösterip kufi yazıyla 'maşallah' yazdığını söylediğinde şaşırdım ve otuz yıldır ayrımına varmayışımdan utandım. Buna benzer kültürel paylaşımlar.

O kitapta biraz bunu yapıyorum, görüp de farkına varmadığımız şeyleri işliyorum. Böyle bilgiler veriyorum şu şunun binasıdır, şu mimar Vedat'ındır falan diye ayrıntıların üzerinde durduktan sonra şöyle devam ediyorum:

'Eskiler küçüklerini böyle bilgilendirirlerdi. Bu bilgiler kitaplarda da yazıyordu mutlaka ama okuduğunuz kitaplarda rastlamamışsanız nereden bilecektiniz. Artık ben de genç değilim ve fazla bilgi sahibi olmamakla birlikte önceki yaşlıları taklitle yanımdakilere 'Biliyor musunuz, şu binanın mimarı Sedat Hakkı Eldem'dir, Ziya Osman Saba şu sokakta otururdu' gibisinden lafı aralayıp bildiklerimi aktarmaya çalışıyorum.

 

Dilin arılaştırılması

- Bir olay üzerine yazmıyorsunuz, önceliğiniz bu değil?

- Önceliğim dildir, dilin arılaşmasıdır. Dilin arı Türkçe olması yani 'kifayet' yerine 'yetinmeyi' yeğliyorum. Bunu yapmak sorumluluğunda hissediyorum kendimi. Bunu ne yazık ki çok geç fark ettim. Hani dil ile ilgileniyordum o başka, sevdiğim için, tutkum olduğu için ilgileniyordum ama o sorumluluğu duymak başka.

15 yıl kadar önce Fethi Naci'nin bir kitabında yazık ki dilimizin sözcük bakımından çok zayıf olduğu, en büyük şairlerimizin 1500-1700 arasında sözcükle yazdığı, oysa İngilizlerin 20 binle yazdığını okuyunca çok üzüldüm ve esas yazarların, şairlerin bu konuda üzerlerine büyük sorumluluk düştüğü bilincine o zaman vardım.

Fethi Naci yol gösterdi o kitabında. Evet Batılı bir şair on-on beş bin sözcüklü okyanusta yüzerken, en ünlü şairlerimiz bin küsur sözcüklü derelerde çimiyorlardı. Bazı yazarlarımız, şairlerimiz bu bilince eriştiklerini yapıtlarında hissedilir bir şekilde kanıtlıyorlar.

Bilhassa; 'ama', 'fakat', 'lakin' de diyebilecekken 'gelgelelim ki gelgelelim' diyen Salah Birsel, en asık suratlı kelimeleri güle oynaya kullanarak Türkçeye bir kıvraklık kazandırıyor. O çok güzel bir dille, 'şıngır mıngır' -kendi lafıdır- konuşur.

Beni en çok üzen şey, -katkılarından vazgeçtim- 'yeşşe'leriyle olsun, 'ferhangi' takılmalarındaki vurgularıyla olsun, dilimizi dilim dilim doğrayanların çoğunluğu.

Dil her şeyidir bir ulusun, en önemli unsurudur. Bayraktan da, topraktan da, dininden de daha önemlidir. Hikmet Kıvılcımlı'nın şu sözünü çok seviyorum; 'Atalarımız bize Türkçeyi bıraktıkları için atalarımızdır.'

Başka yeri yurt tutabilirsin, inancını değiştirebilir tekrar dönebilirsin ama dilini kaybettin mi artık ulus olman söz konusu değildir. Dolayısıyla dilimiz namusumuz, her şeyimiz.



Bardakçı ve dedesi

- Öztürkçeciler ne zamandan bu yana çalışmalarını yoğunlaştırdılar sizce? En verimli dönem bu anlamda ne zaman?


- Türkçenin ciddiye alınmasının tarihi malum çok eski Kaşgarlı Mahmudlar, Ali Şir Nevailer... Aslında Cemalettin Efgani Batı emperyalizmine karşı İslamiyetin birleşmesi için birçok girişimlerde bulunan değerli bir adam. Onun tezi, her ulus kendi diliyle ibadet etsin.

İşte Ziya Gökalp ve 'Sen, ben yok biz varız' diyen Mehmet Emin Yurdakul'un Türkçeciliği o zamanlar başladı. Ama tabii Atatürk, her şeyde olduğu gibi vakti gelmeden fikrini söylemeyen o çok büyük adam, oluşturuyor kafasında, taşları yerine koyuyor önce.

Bir akşam masada otururken, Samih Rifat Bey'i bulun, diyor (çok yıllar önce galiba Ruşen Eşref'in anılarında okumuştum) Samih Rifat'ın kapısı çalınıyor, hastaymış, hasta hasta gidiyor Ata'ya. Atatürk işi ehline teslim ediyor.

Samih Rifat, Osmanlı döneminde uzun yıllar Türkçeye gönül vermiş. Devlet adamı ama büyük bir tutkuyla Türkçeciliği de yürütüyor, Sayın Murat Bardakçı gibi bıyık altından gülen bazılarına karşın. Ve bildiğiniz gibi Türk Dil Kurumu'nun başına getiriliyor.

Bu konuda bir Aziz Nesin'i, bir Salâh Birsel'i mutlaka anmak lazım. Benim dilimi etkileyenlerden biri de Salâh Birsel'dir.

Sayın Murat Bardakçı, televizyonda Türkçeye gönül verenleri sarakaya alıp incitirken, dedesi Eski Konya Valisi Cemal Bardakçı şöyle yazıyordu, Bolu'da bastırttığı, Sığıntı'lardan ve Mütegallibe'den Neler Çektik adlı kitabında:

'Bizim karanlık münevverlerimiz de yabancı kültürlere aynalık yapıyorlar ve mesela Yemen'in bilmem hangi semtinde oturan bir Arap aşiretinde iki aylık deve yavrusuna ne ad verildiğini öğreniyorlar da kendilerini, mensup oldukları milleti ve onun dilini tanımıyorlar, bilmiyorlardı...'

Söz buralara düştü mü bitmek bilmez. İsterseniz eski metinlerdeki gibi 'vesselam' deyip bitirelim, daha fazla yormayayım sizi.

gamzeakdemircumhuriyet.com.tr

Islıkla Çalınan Öyküler / Ekmel Denizer / Cumhuriyet Kitapları / 271 s.