Dr. Utku Uraz Aydın: ‘Düşlerimizin özgür kalması için’ didinmeye devam
KHK ile ihraç edilen Dr. Utku Uraz Aydın, “Müstahdem bir abimizin yaşlı gözlerle bakışını ve iki liselinin bizlere beyaz gül getirmesini hiç unutmayacağım” diyor.
Hilal KöseMarmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden ihraç edilen Dr. Utku Uraz Aydın’ın, 17 yıllık emeği bir gecede gasp edildi. Bir önceki KHK, doçentlik başvurusunu askıya almıştı. Son darbe 8 Şubat’ta vuruldu. Aydın, yayınlanan her listede adını aradığını söylüyor. Sınav sonuçlarında notunu arayan bir öğrenci gibi bakmış son listeye: “Çünkü beklemek de yıpratıcıydı... O hafta sonunda Hollanda’da bir konferansa gidecektim. Neoliberalizm ve kültür üzerine bir sunum yapacaktım. Pasaport iptali nedeniyle o iş de olamadı. İçeri kapattılar yani bizi. Ama Ünsal hocanın dediği gibi en azından ‘düşlerimizin özgür kalması için’ didinmeye devam”
Akademisyenliğe adım attığın zamanlarda fakülte ne durumdaydı?
1999 yılıydı. Yeni mezun olmuş, asistanlık sınavını geçmiş, atamamın yapılmasını bekliyordum. Binamız depremden zarar görmüştü. Satılmaya karşı direniş sonuç verdi ve bina baştan aşağı tekrar yapıldı. Dekanlığın, Dişhekimliği fakültesinin çamaşırhanesine taşındığı ve hocalar için tek bir odanın ve iki sınıfın bulunduğu geçici bir binada ders yaptığımız ilginç bir sene geçirdik. Dekan yardımcımız Nurçay Türkoğlu’ydu. Nurçay hoca da o direniş çerçevesinde idari açıdan çok önemli bir rol oynamıştı, Öğretim Elemanları Sendikası başkanı olan Hayri Kozanoğlu’nun desteğiyle. Biz merdivenlerde oturma eylemi yaparken, Ünsal hoca yanımızda olduğunu açıkladı. Hocası, öğrencisi ve taşıdığı kolektif hafızayla eğitim kurumunun bir bütün olduğunu vurguladı. Eğitim ve bilim faaliyeti açısından illa ki binalara ve duvarlara ihtiyaç olmadığını ekledi. Bilgisini paylaşmak için hiçbir mekânsal sınırlamayı kabul etmiyordu. Yan sokaktaki esnaf lokantasında, sandalyeyi ortaya çekip, sigarasını yakıp, öğle yemeğini yiyen inşaat işçileri ve öğrencilere Zweig’ın Dünün Dünyası’ndan yola çıkarak modernliğin ikili doğası, hem özgürleştirici hem tahakkümcü boyutları üzerine konuşmasını hiç unutmam.
Akademisyen olmaya nasıl karar vermiştin?
Gazetecilik öğrencisi olarak stajımı Cumhuriyet gazetesinde yapıyordum, İstihbarat servisinde. Stajım uzadı ve kalıcı olacağım belli oldu. Hatta artık muhabir kartım da çıkarılacaktı. Derken bizim fakültede ülkücülerle bir kavga çıktı, ben de tabii ki ordaydım. Gececi stajyer arkadaş bu çatışmada yaralandı. Gazete, stajyer muhabirlerin tümünü gönderdi. Birkaç ay sonra geri çağırdıklarında ise artık medya-ideoloji ilişkisi üzerine bitirme tezi yazıyordum. Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu’nun bölümünde asistan olmaya karar vermiştim. Beni bu mesleğe sokmuş olan Yasemin hocam da bir barış imzacısı olarak, emekli olup, üniversiteyi bırakmak durumunda kaldı. Kendisiyle bu kaderi paylaşmış olmaktan gurur duyuyorum.
Marmara İletişim’de sol görüşlü hocalara yönelik baskılar ne zaman başladı?
2011’e kadar geçen süre açıkçası rüya gibiydi. Yaşam alanımız gibi olmuştu fakülte. 2011’de Yusuf Devran, dört dörtlük bir operasyonla fakülteye getirildi ve dekan oldu. Ve şu anda toplum olarak yaşadığımız siyasal evreyi, mikro ölçekte yaşamaya başladık. Sadece bana 5 soruşturma açıldı o dönem. Gezi direnişi sırasındaki grev nedeniyle aldığımız ceza haricinde, ki sonra YÖK iptal etti, hiçbirinden ceza almadım. Akıl almaz bir durumdu. Kendileri hala Radyo-Televizyon anabilim dalı başkanı. Bu baskı süreci de bizi, bir avuç araştırma görevlisini inanılmaz yakınlaştırdı, zor deneyimlerden geçirdi. Bence o dönemin, üniversitelerdeki direniş tarihi açısında önemli bir yeri vardır. Ve o dostlarım hala orada, mevcut ve gelecek yönetimler ayaklarını denk alsın, onlara bulaşılmaz. (gülüyor)
‘Bin kere söyledik’
Barış bildirisine imza atarken, böyle yoğun bir saldırıyla karşı karşıya kalacağınız aklına gelir miydi?
Açıkçası beklemiyordum. Metin, bin kere söylediğimiz, yazdığımız şeyler. Bir sene öncesine kadar iktidarın da söyleyebileceği şeylerdi. Ama tabii zamanlama önemli. Erdoğan’ın 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarına göre, zaten Mart 2015’ten itibaren aldığı, müzakere sürecini sonlandırarak benimsediği yeni milliyetçi yönelimini pekiştirdiği ve ülkeyi savaşın içine attığı bir dönemdi bu.
Akademinin barış istemesi iktidarı neden bu kadar rahatsız etti?
Bir yandan mevcut rejim her daim nefret nesneleri oluşturarak var olmak durumunda. Türkiye toplumundaki anti-entelektüalizmin de ağırlığını hesaba katınca, nefreti bize yönlendirmek bir hayli kolay ve de işlevsel oldu. Akademinin, biz her ne kadar öyle olmaması gerektiğini düşünsek ve olmaması için gayret etsek de bilgiye dayalı bir otorite olarak görülme durumu var. Tabii bu “otorite”nin barış demesi kabul edilecek bir şey değildi iktidar açısından.
Akademisyenlere yönelik saldırılar mafya lideri Sedat Peker’in tehdidine kadar vardı. Bu konuda neler söylersin?
Bu sözlerin sarf edilebiliyor olması, siyasal iktidarın da bundan pek de rahatsız görünmüyor oluşu, aslında hayli ürkütücü. Pazartesi günü Göztepe kampusunda uğradığımız taşlı ve şişeli saldırı da herhalde bu ortamın sonucu. Emniyet güçlerinin dahi afalladığı, rahatlıkla lince dönüşebilecek bir durumla karşı karşıya kaldık. Marmara Üniversitesi Rektörlüğü bu konuda hukuki ve idari sorumluluğunu yerine getirmek ve saldırganları tespit edip cezalandırmak zorundadır.
‘Beklemek yıpratıcıydı’
İhraç listesinde adını gördüğünde ne hissettin?
Hemen hemen iki buçuk aydır isimlerimizin gönderildiğini biliyorduk, dolayısıyla KHK bekler hale gelmiştik. Açıkçası ben ‘umarım bu sefer adım vardır’ duygusuyla baktım listeye. Çünkü beklemek de yıpratıcı. Böyle sert bir dönemde imzacıları üniversitede bırakmayacakları aşikardı, yani atılacağımız belli ama bekleyiş devam ediyor. ‘Bitse de önümüzü görsek’ demeye başlıyorsunuz bir yerden sonra. Ve birçok arkadaşımla konuştuğumda aynı duyguları paylaştığımızı fark ettim.
Odayı boşaltmak çok mu zordu? Uğurlamaya gelen çok kişi vardı, hocaların, öğrencilerin...
Daha çok sıcak, açıkçası üzülecek veya duygulanacak vakit bulamadım henüz, koşturmaktan. Ama daha sonra vuracaktır elbette. 1995’ten beri içinde yaşadığım, çalıştığım, hatta büyüdüğüm bir yer nihayetinde. Ama dayanışma kısmı çok şaşkınlık veriyor. Oradan anlıyorsunuz insanların nasıl canına tak ettiğini, o bıkkınlığın, öfkenin nasıl biriktiğini. Ama bütün o dayanışma, sarılmalar içinde, müstahdem bir abimizin yaşlı gözlerle okulun parmaklıklarının arkasından bakışını ve de hiç tanımadığım iki liseli genç kadının bizlere beyaz gül getirmesini hiç unutmayacağım. Bir de tabii ki bütün eski dostlarımızın (sen mesela) yanı sıra , Ünsal hocanın oğlu Çınar’ın gelmesi de çok mutlu etti beni.
Bu ihraçların sonu nereye varacak sence?
Öncelikle üniversitelerde yıllardan beri haksızlıklara karşı, kadrolaşmaya karşı, temel haklar için mücadele eden muhalif, sendikacı hocaları göndermiş oluyorlar. İkincisi tabii ki Batı’dan savaşa karşı tepkileri cezalandırıp ve kimsenin bir daha asla adının Barış kelimesiyle aynı sayfada yer almamasını garantiye almaya çalışıyorlar. Son olarak da solun ve eleştirel düşüncenin Türkiye’de kültürel alandaki hegemonyasına bir darbe vurmuş oluyorlar. Ellerinde bu denli büyük bir gücü bulunduranların bu kültürel alanı da zaptetmeye çalışması, gidişatla gayet uyumlu.
‘Ağır darbe ama... ’
Akademi bitiyor mu sahiden de?
Valla benim için bitti gibi görünüyor. Ağır bir darbe yediği aşikar fakat hala içerde, çok değerli meslektaşlarımızın olduğunu unutmayalım. Emekten ve özgürlükten yana bilim insanları olarak inandıkları biçimde işlerini yapmaya devam edeceklerinden kimsenin şüphesi olmasın. Bizim etrafımızda büyüyen bu dayanışmanın bir hedefi ihraç edilenlerin geri alınmasıysa, bir diğerinin de onların da akademi dışına sürülmesini engellemek olması gerektiğine sürekli vurgu yapmak durumundayız. Ama tabii bize gelen desteğin yanı sıra, yüzünüze gülmüş, çalışmalarınızı takdir etmiş fakat ihraçtan sonra sizinle en basit temasa bile geçmemeyi tercih eden meslektaşlarınıza, bölüm başkanlarınıza bakınca da üniversitenin geleceği hakkında pek iyimser olamiyorsunuz. Ece Ayhan’ın ‘büyük suçların uzaktaki küçük ortakları’ maalesef çoğunlukta ve hiç de uzakta değil, yanıbaşımızda.
‘Tarihin akışı değişmeli’
Bundan sonra ne yapacaksın? ‘Geri döneceğiz’ diyerek ayrılıyorsunuz, geri dönmenin yolu nereden geçiyor?
Elbette ki tüm hukuki süreçler değerlendirilecek. OHAL çerçevesinde herhangi bir sonuç alamayacağımız belli olsa da. En nihayetinde tarihe not düşmüş oluyoruz. Suç işlemedik ve gözlerimizin önünde meydana gelen bir büyük suça ortak olmaya razı olmayan yurttaşlar olarak görüşlerimizi belirttik. Durum bundan ibaret. İsimlerini hiç duymadığımız yüzlerce Eğitim-Sen’li öğretmeni de unutmamak lazım. Tepki üzerine zaman içinde belli isimleri geri almaya yönelebilirler. Birkaç isimin geri alınmasıyla çözülecek bir mevzu değil bu. Tarihin aktığı yönün değiştirilmesini gerektiren bir durum bu.
‘Hayır’ moral üstünlüğü olur
Referandum süreci de ilerliyor. Ne düşünüyorsun bu konuda?
Her koşulda baskı seviyesinin artacağına inanıyorum çünkü Erdoğan rejimi bilhassa bununla kendi meşruiyetini yeniden üretiyor, toplumu kutuplaştırarak, bir tarafı topyekun hedef göstererek ve cezalandırarak. Ama elbette referandumda Hayır çıkması demokratik güçlere bir moral üstünlüğü olur. Bütün baskıya rağmen insanların hayır dediklerini kamusal alanda ifade etmekten çekinmediği bir duruma tanık oluyoruz. Bu çok değerli bir dinamik bence ve referandum sonrasının otoriter dalgasına karşı direnişe daha hazırlıklı girmeyi sağlayabilir.
TÜBİTAK bursu aldı
Aydın, doktora tezini 2009’da verdi. Normalde bir iki sene içinde yardımcı doçentlik kadrosunu alması gerekiyordu. Siyasal görüşleri ve sendikal faaliyetleri nedeniyle 7 yıldır alamadı. Medya analizi, haber sosyolojisi, uluslararası medya gibi derslere asistan olarak girdi. Son olarak doçentliğe doğrudan başvurdu. Jüri belli oldu. Bir önceki KHK, adli soruşturması olanların, doçentlik süreçlerini askıya aldı. Aydın, sürrealizm üzerine de çalışıyor. TÜBİTAK bursuyla, Paris’te Fransa sürrealist hareketini inceledi.