Diktatörlük: Bir Tarih Dersi

cumhuriyet.com.tr

Başka ülkelerin parlamentolarında geçmiş hakkında “tarihsel yargı”da bulunanlara karşı haklı eleştiriler yöneltilirken, 18 Ocak günü medyada yankılanan ve tarihin “tekerrür” olduğunun unutulmaması gerektiğini söyleyen üst düzeydeki bir hükümet yetkilisini aklımdan geçirirken; başka bir deyişle, tarihçiliğe ilişkin adeta bir yasa teklifi ortaya koyduğunu düşünürken, 29 Şubat’ta TBMM salonundan başka bir tarihçilik saptaması geldi muhalefetin küçük bir partisinden: “Kemalist diktatörlüğün katlettiği on binlerce insan!”

Kendi dönemlerinde yaşamı insanlık tarihinin üst düzeyine taşıyamayanların; bilimde, eğitimde, gündelik yaşamın gerekliliklerini sağlamada yetersiz kalanların, kısacası demokratik düzenin beklentilerine merhem olamayanların kestirmeden sığındıkları bir tarih oluşturma modelleri her geçen gün artar oldu. Cumhuriyetin kazanımlarına yol açan sürecin oluşumunu sağlayanların lideri olmuş Mustafa Kemal Atatürk’e hiç de tarihsel derinlik içermeyen -din ve ırk zırhına bürünen- yaklaşımlar çıktı ortaya. Bu tarih saptırmalarının, bu anakroniğin iç ve dış kışkırtmaları üstünde durmayacağım bu yazımda. 1930’lu, 40’lı, 50’li, 60’lı, hatta 70’li yıllara ait bir diktatörlüğü -yeniden- dile getireceğim; günümüzdeki gidişatla bir kıyaslama yapılmasını önereceğim; Mustafa Kemal Atatürk sürecine tarihsel gelişimin olay ve olgularıyla bağlantılı bakmalarını, atalarının ve kendilerinin bulundukları noktalara nasıl ulaşabildiklerinin muhasebesini yapmalarını, birazcık insaf ölçülerini harekete geçirmelerini, öylece tavır almalarını dileyeceğim.

Figueiredo ve kitabı

O, 17 yaşındaydı; devletin sömürge topraklarından olan denizaşırı bir ülkeye gönderilmişti. Demokratik hareketlenmelerin içindeki örgütlerde görev alıyordu. Ülkesinde bir diktatörün, üstelik sivil giysili bir diktatörün sürüklediği aşamaları, yaşı olgunlaştıkça çok daha iyi bilecekti. Bir yolunu buldu, Londra’ya gitti. Ülkesini, anavatanını -ne ilginçtir ki- askeri ihtilalden sonra yeniden gördü; 1975 yılında da deneyimlerini, düşüncelerini ve yorumlarını yansıttığı bir kitap yazdı. “Pelican Books” dizisinde yayımlanan, doğduğu ve büyüdüğü ortamı dikta rejimine sürükleyen kişiyi ve sebep olduğu yıkımı anlatan kitabının 10 bölümden oluşan içeriğini şu başlıklarla tanımladı:

1. Dinci ve ırkçı, 2. Zenginin kâhyası ve diktatör, 3. İmparatorluk inşa eden kişi, 4. Tarafsız kalışın çıkarı, 5. Zulüm ve direniş, 6. Yeni engizisyon, 7. Kendi ülkesinde sürgün, 8. Ezilen sınıf, 9. Sömürgeciliğin metafiziği, 10. Yıkılış.

António de Figueiredo’ydu bu yazar olacak delikanlı. Zor günler geçirmişti; genç yaşında yaşamın gerçeklerine tanık olmuştu diktatörlük rejiminde. Yakınlarındaki okuma yazma bilmeyenlerin mektuplarını okurdu, yazardı; öğrenim görmemiş köylülerde tanık olduğu bu durumun, yoksulluğun, rastlantısal açlıktan daha gaddar bir şey olduğunu anlamıştı. Mektuplarını okuduğu ve yazdığı zamanlarda şahit olduğu görüntüyü dile getirdi; onların ellerini yazılı mektup kâğıtlarının üstüne sürdüklerini, böylece sevgi ve üzüntülerinin daha iyi yansıtılacağını düşündüklerini anlattı kitabında. Figueiredo’ya göre, köylülerin çoğu çok düşük aylıklarla büyük arazi sahiplerinin işinde ya da boğaz tokluğuna küçük şirketlerde çalışıyordu. Erkek egemen ve çocuk istismarı dönemi yaşanıyordu; yaşlılar emeklilik haklarından yoksundu. Zengin daha da zengin oluyordu.

Figueiredo, din istismarını da eklemişti sayfalarına. Katolik kilisesine mensup halk farklı inanç alanlarına saptırılıyordu; sevgi, yerini korkulan Tanrı ile teröre, batıl inanca bırakmıştı. Yerel din görevlisi “büyücü hekim” gibiydi; yerel ya da ulusal azizlere karşı gelenleri ürün sağlayamamakla ya da çocuklarının ve hayvanlarının başına gelecek bela haberiyle ürkütüyor, tehdit ediyordu. Halk, dini ayinlere yönelik ödemeleri keyfi belirlenen oranlarda nakit veya ayni olarak yapmak zorundaydı; bu da din görevlilerini zengin ediyordu. Yazarın başka bir anısı da burada yansıtılmaya değer:

“Bir gün kendimi Başkan Roosevelt’in özgürlükten söz eden bir konuşmasını heyecanla dinleyen köylülerin arasında buldum; birdenbire, beni bir süredir gözleyen hükümet muhafızı tarafından yakalandım. Şu ‘komünist zehir’le yerel halkın belleklerini rahatsız etmeye devam edersem beni dövmekle tehdit etti”.

Figueiredo’nun yemini

Ardından, yazdığı kitabın yayımı için daha o günlerde ne denli bilendiğini de sergiliyor: “Kendi kendime, bu yerel yetkilinin gerisindeki dürtü ve gücün ne olduğunu bir gün açıklamak fırsatını bulacağıma yemin ettim.”

Rejim, “Batılılar”ca ılımlı diktatörlük olarak algılanıyordu; ne de olsa onların çıkarlarını koruyan NATO üyesiydi; başbakanın liderlik ettiği anayasa değişiklerinde kişisel özgürlüklerden, nedensiz cezalandırılmalardan, savunmasız yargıdan dem vurulurken göz boyanıyordu. Hatta ve hatta, İtalyan faşizmi, Alman Nazi rejimi eleştiriliyordu. Ama “yeni devlet” parolasıyla otoriter damgası yapıştı ülkeye. Yaşanmamış suçlar üretmekle başladı her şey; süreli yayınlara, radyo ve televizyona sansür uygulamaları da gecikmedi. Gizli polis teşkilatı, adeta engizisyon (kilise mahkemesi) gibi çalıştı, devletin yerini aldı. Tutukluluk süreleri durmadan uzatıldı.

Sözünü ettiğim ülkenin Portekiz, “sivil diktatörünün profesör unvanlı” Salazar olduğunu tahmin ettiniz muhakkak. Daha önceleri de yazmıştım, deneyimlerimi ve okuduklarımı yansıtmıştım. Benim Lizbonlu günlerim rejimin çöküşe doğru gittiği zamanlara, 1960’lı ve 1970’li yıllara rastlamıştı. Salazar’ın diri tutmaya çalıştığı Portekiz İmparatorluğu’nun Vasco da Gama öncülüğünde 1498’de Asya yönünde başlayan yayılma sürecini Osmanlı genişlemesiyle paralel giden düşünce eylemlerini yakalamaya çalışırken tarihin tekerrür (yinelenme) ya da tebeyyün (ortaya çıkma) algılamalarına bir kez daha takıldım.

Ancak ben yüksek sesle ve tarihçi olarak diyorum ki “Tarih tekerrür etmiyor.” Bir politik söylemin “tekerrür” ettirdiği tarih, yine aynı politikacı/hukukçu söyleminde yukarıda yansıttığım yarım yüzyıllık bir diktatörlük dönemindeki korkunç eylemlerin “tekerrür”ünü gerekli kılmaz; kılmamalı. Benim Portekiz günlerimde tanık olduğum Başbakan Salazar ve kurduğu rejimin korkusu, şüphesiz ki “Korkuyla yaşıyorum / Korkuyla yazıyorum / Korkuyla sesleniyorum kendime / Endişe etmekten korkuyorum...” diyen ve eseri 16. yüzyılda engizisyon tarafından kara listeye alınan António Ferreira döneminde yaşananlar ve António de Figueiredo’nun 20. yüzyılın ikinci yarısında dile getirdikleri, tekerrür değildi; ama tarihin çok kötü okunmasından/yorumlanmasından kaynaklanan benzerliklerdi. “Kemalist diktatörlük” ilan edenlerse, kendilerini andığım bu süreç içinde gezindirsinler; Hitler, Mussolini, Franco ve Salazar dönemlerini düşünsünler; bulundukları noktaya nasıl ulaşabildiklerini belleklerinden ve tarih kaynaklarından anımsasınlar; sonra da eleştirel bir tarih tasavvur etsinler!