Cüneyt Arcayürek’i dostları anlattı
Gazetemiz yazarı Cüneyt Arcayürek'i aramızdan ayrılışının üçüncü yılında dostları anlattı.
cumhuriyet.com.trGazetemiz yazarı Cüneyt Arcayürek’i (87), aramızdan ayrılışının üçüncü yılında, bugün saat 11.30’da Gölbaşı Mezarlığı’ndaki gömütü başında törenle anıyoruz.
23 Haziran 2015’te Ankara’da tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitiren Arcayürek, Türkiye’nin tek parti döneminden 2015’e kadar olan siyasi tarihinin en yakın tanıklarından biriydi...
Büyüklere Masallar Küçüklere Gerçekler- TUNCAY ÖZKAN
Mucize insanın doğumunda değildir. Yaşamındadır. Cüneyt Arcayürek yaşamıyla kendi mucizesini yaratan ender insanlardandı. Tıp eğitimi almıştı. Ama gazeteci olmuştu. Ya da öyle doğmuştu. Tartışmasız gerçek, Türk medya tarihinin en önemli ve güçlü adlarından biri olmayı başardığıdır. Kendini inşa etmişti. “Nevi şahsına münhasır”dı. Kendi yarattığı tarzı, sert mizahı ve cesaretiyle orijinaldi. Taklit edilemeyecek kadar gerçekti. Grupları, ekolleri, patronları değil kendini temsil ederdi. O her zaman bir üçüncü yoldu. Bütün anlaşmalarını önce kendisiyle yapar sonra masaya otururdu. Rahat, hatta snop sayılacak tarzı kendinden öncekileri yıkar geçerdi. Kahkahası patlardı. Sevinçlerinde çocuksu bir abartısı vardı. Yıllarca küs kalabilirdi. Fillerden bile güçlü bir hafızası vardı. Unutmazdı. Gazeteciliğini büyük bir sahne sanatçısı gibi yapardı. Sorusunu sorarken yıkıcı, yazılarında yakıcı, sözlerinde hafif bir alaycı sorgulama hemen belli olurdu. Onu okuyanlar ve dinleyenler söylediklerine inanırdı. Tecrübesi onu emsalsiz kılıyordu. Bürokrasi ve siyaset dünyası kendisinden çekinirdi!
Haber kaynağı...
Gazeteciydi. Haber kaynağının nasıl korunacağının en önemli örneği kendisidir. Üzerine kitaplar yazılan büyük haberi “Johnson Mektubu”nu kimden, nasıl aldığını soranlara tepeden bakar, azarlar, aşağılar, hatta kovar ama asla söylemezdi. Rahmetli devlet adamımız İhsan Sabri Çağlayangil “Ben verdim” demesine karşın Cüneyt Arcayürek bir kez olsun bu konuda konuşmamıştır. Haber kaynağı gazeteci ilişkisinde mesafelerini hep gazeteciliğine göre ayarlamayı bilmiştir. Katı disiplinleri olan, inanılmaz çalışkan, zeki, atak, doğrucu ve arşivci bir gazeteciydi. Adına büyük ödüllerin konulmamasının nedeni, yalnızlığı sevmesindendir. Yakın tarihimizi onun kadar güçlü aktaran çok az yazarımız var. Kitapları onun tanımlamasıyla “Büyüklere Masallar, Küçüklere Gerçekler”i anlatıyordu. Zaman zaman cesaretiyle gazeteciliği yarıştığında hep berabere kaldıklarını görürdüm. Ankara’da bir yerlerde kapı gıcırdasa duyardı.
Kahramanmaraş olayları çıkmadan olayların çıkacağını yazmıştı. Cumhurbaşkanı Korutürk çağırıp dinlemiş, Başbakan Bülent Ecevit aramış sormuş, ama onun edindiği bilgilere ulaşamamışlardı. Olaylar ne yazık ki onu haklı çıkarmıştı. Bazı insanlar meslekleriyle doğar. Gazeteci olarak doğmuştu. Öyle yaşadı ve öldü. İnsan yanıyla Cüneyt Arcayürek bir “çılgındı”. Hayatın hakkını verirdi. Tıpkı mesleğinin hakkını verdiği gibi. Zor bir adamdı. Yaratıcı yönü ve hayal zenginliği büyüktü. Sorumluluk sahibiydi. Gururu her şeyden önce gelirdi. Sert duruşunun bir nedeni de buydu. Sevgili patronumuz Aydın Doğan Kanal D’de 1998 yılında “Politika Durağı” adıyla bir siyaset programını birlikte yapmak istediğimi duyunca beni aradı: “İddiaya girerim sen Cüneyt ile dört program yapamazsın. O huysuzdur. Program yarım kalır” dedi. O huysuz, aksi gazeteciyle tam 10 yıl her hafta program yapmayı başardık. Televizyonculuk tarihimizde bir benzeri yok. Bir amansız tutumum var. Bazı insanların ölümünü kabullenmem. Onların uzak bir ülkede uzun bir gezide olduklarını varsayarım. Buluşuncaya kadar ayrı kaldık. Hepsi bu. Cüneyt Ağabey ile de böyleyiz. Yarım kalan şeylerimiz çok. Belki bir başka boyutta bir pazar sabahı “Politika Durağı” nda çıkarız karşınıza. İki şeyin garantisini veririm onun adına da. Anlatacaklarımız ilk kez duyacaklarınız olacak ve Cüneyt Arcayürek fıkralarına çok güleceksiniz.
‘BÜYÜYEN BİR HASRETLE ÖZLÜYORUM’ - EŞİ ESİN ARCAYÜREK
Sevgili Cüneyt, Senden ayrılmamın 3. yıldönümünde, her geçen gün daha büyüyen bir hasret ile özlüyorum seni... Ama bu özlemim; okuyucularının halen gösterdikleri sevgi ve adının geçtiği her yerde yapılan övgüler ile yerini büyük bir gurura bırakıyor. Sensiz tüketmeye çalıştığım yalnız günlerimin tesellisi beraber geçirdiğimiz güzel günlerin hatıraları ve bana olan bitip tükenmek bilmeyen sevgindir. Yaptıklarının değeri, ülkemizin içinde bulunduğu koşullarda her geçen gün daha da önem kazanıyor. Beraber yaşadığımız onca sıkıntılı süreçlerin yanında, bir gazeteci eşi olarak, bıraktığın eserlerin kıymetini ve bu eserler için verdiğin emeklerin bugüne katkılarını her geçen gün daha da iyi anlıyorum.
Ona ‘baba’lık yaptım! - NECATİ ZİNCİRKIRAN
Cüneyt Arcayürek bana ‘Baba’ derdi. Çünkü onu biz evlendirmiştik. Aslında benden bir yaş büyüktü. Ankara gazetecilerinin müzmin bekârlarından biriydi. 1958 yılında Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nde çalışıyor ve her gece akşam haberlerinden sonra yayımlanan “Kıbrıs” saatini hazırlıyordu. Bu işi çok da iyi yapıyordu. Annesi vefat ettikten sonra yalnız kalmıştı. Bana ve eşime: “Helal süt emmiş birini bulun” diyordu. O sıralarda ben Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisiydim. Onunla 1955 yılından beri arkadaştık. Ankara’ya geldikten sonra bu dostluk daha da gelişmişti. 1950’li yılların sonuna doğru “Basın Ateşe Muavini” olarak Almanya’da Bonn’a giderken gene bu isteğini tekrarlamıştı. Biz de eşim Neriman ile birlikte Cüneyt’i İstanbullu arkadaşlarımızın kızı Esin ile başgöz etmiştik. Ben de böylece Cüneyt’in babası olmuştum.
Dinamik, çalışkan...
27 Mayıs 1960 ihtilali olunca Cüneyt huzursuz olmuştu. Bana yazdığı bir mektuptan bu durumunu anlamıştım. Cüneyt arkadaşımız, Esin de kızımız sayılırdı. Üç yıllık Ankara tecrübesinden sonra 1960 yılının Eylül ayında Hürriyet’te Umumi Neşriyat Müdürü olmuştum. Gazetenin sahipleri bu makamı benim için hazırlamışlardı. Ortadoğu muhabirliği, Ankara temsilciliği, yurtdışında büyük olayların peşinde koşmak gibi işlerle bayağı tecrübe kazanmıştık, pişmiştik. Haldun Simavi’nin evinde yapılan toplantıda bu durum bana tebliğ edildi. Patron, Ankara’ya kimi koyacağımı sordu. Cüneyt’in adını verdim. Erol Simavi, "Ben tanırım, çok iyi deyince; Haldun Simavi: Bu adamın basın ataşeliğinde, basın yayında memuriyette ne işi var” diye sordu. “Dinamik, heyecanlı, çalışkan bir gazetecidir, göreceksiniz” diye ekledim. Patron: “Senin sorumluluğunda; olmazsa tereddüt etmeden değiştirirsin” dedi. Durumu Erol Simavi ile birlikte Cüneyt’e bildirdik. Çok heyecanlandı. Telefonda ağladı. “Sen bu görevi en iyi şekilde yapabilecek, tecrübeli bir habercisin. Birlikte koşacağız” diyebildim. Birkaç gün onu sürekli telefonla arayıp motive etmek istedim. Türkiye’ye döndü. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’ne istifa dilekçesini verdi. İyi dostlarla 1957’de kurduğum yeni ve güçlü haber bürosunda idareyi ona devredip ben İstanbul’da yönetimin başına geçtim. Günde 200 bin satan Hürriyet’in tirajını 1969’da 1 milyon 120 bine çıkardık. Hürriyet tam bir haber gazetesiydi. Haber ve röportajda, seri yazılarda rakipsizdik.
'Bomba’ haberler
Yirmi dört saat çılgınlar gibi çalışıyorduk. Bu ne büyük bir gazetecilik aşkıydı. Bunu bütün arkadaşlarım yaşadı. Hürriyet’i daha sonra hiçbir gazetenin erişemeyeceği düzeylere yükselttik. Benim adım, “Efsane Genel Yayın Müdürü” olarak anılmaya başlandı. Cüneyt Arcayürek’te Ankara’nın “bombacı”sı oldu. Gazeteci deyimiyle “bomba” gibi haberler bulup geliştiriyordu. Bu arada Cüneyt, Başkan Johnson’un mektubu ile de ünyapmış bir gazeteciydi. Mektup işini kafasına, her gün kafasına vurdum. “Bir ay oldu, iki ay oldu nerede oğlum bu mektup…” diyerek iyice tahrik ediyorum. Hatta bir iki kez, “Bak Cüneyt, gelir birkaç gün Ankara’da kalır, alırım çok üzülürsün” demiştim. Bu söz onu çileden çıkardı. On beş gün sonra: “Sakın gelme baba, ölümü görürsün” demişti. “Ölmene gerek yok, ben hâlâ mektubu bekliyorum” diye cevap vermiştim. Bu konuşmadan bir hafta sonra Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı o ünlü mektubu getirmişti. Cüneyt böyle bir gazeteciydi. Sonsuza dek öyle yaşadı. Onu hâlâ unutamıyoruz.
Beyni bir kütüphane gibiydi... - ALİ FIRAT ATABAŞ
İlk “merhaba”mızdan, süresiz izne çıktığı son “veda”mıza kadar hep gazeteci kaldı Cüneyt Bey... Her buluşmamızda, genel sohbetimiz dışında mutlaka bir haber için benden bilgi almaya çalışır; kafasına yatmayan noktaları özenle anlattırır, o büyük arşivinde günü gelince kullanılmak üzere notlara yazardı. 3 yıldır, tam hakkını veremesem de zaman zaman giriyorum arşivine... Özellikle benim gibi yakın tarihe meraklı, artık orta kuşak diyebileceğimiz nesil için neler var o arşivde... Ve asıl önemlisi, yakın tarihi sadece tek parti iktidarı sanan genç nesil için neler var?
İnsan biriktirmek
Herkesin halen konuştuğu “Johnson Mektubu”na dair bir kaset, Türkiye’nin dönüm noktalarından 1974 Kıbrıs Harekâtı’na dair görseller ve belgeler, 1981 Askeri Darbesi’ne dair günlükler, basın camiasındaki olaylar ve şahıslar için tuttuğu dosyalar vb. Herkesin hemfikir olduğu, kendisinin de “dünyanın en büyük zevkidir” dediği “haber atlatma” özelliği de bu arşivi ve hep muhabir kalışından geliyordu. Her sabah ben daha kahvaltımı yapmadan Cüneyt Bey tüm gazeteleri okumuş, notlarını çıkarmış ve ertesi gün yazacağı yazı için planlarını tamamlamış olurdu. Muhalif ya da yandaş demeden görüşü ne olursa olsun tüm gazeteleri en ince ayrıntısına kadar okur, en ufacık haberin ötesini görüp kimsenin dönüp bakmaya tenezül etmeyeceği fikri takip ile yepyeni bir analiz çıkarmayı da başarırdı. Arşivine attığı bir belgeyi de asla unutmazdı. Beyni bir kütüphane ile gibiydi. Neyi nerede araması gerektiğini, kendi bulamasa bile bana nasıl bulduracağını çok iyi bilirdi. Yaşamın en önemli unsuru insan biriktirebilmektir derler... Cüneyt Bey de bu hayatta tanıdığım en zengin insanlardan birisiydi. Bunu kendisi ile geçirdiğim 10 yıl içinde gözlemlemiştim zaten... Ama bunun ötesinde, kendi talebi ile başladığımız ama tamamlamaya imkân bulamadığımız nehir söyleşinde anlattıkları da benim için hayatımın en güzel hikâyeleri olarak hafızamdaki yerini aldı. Falih Rıfkı ATAY’dan Çetin ALTAN’a, Orhan VELİ’den Ahmed ARİF’e, Burhan DOĞANÇAY’dan Nâzım HİKMET’e kadar neler dinlemedim ki... Ama tüm bu hikâyelerinin içinde hep bir gazeteci ruhu olduğunu da çok iyi hissettiriyordu. Umarım günün birinde bunları da paylaşabilme şansı yakalayabileceğim.
Haberle yaşayan bir gazeteciydi Cüneyt Baba... - HASAN CEMAL
Cüneyt Baba... Bir zamanlar benim kâbusumdu. 1979 ve 1980 yıllarında Cumhuriyet’in Ankara temsilcisiyken, her sabah Hürriyet’i elime tedirginlikle alırdım. Korkulu rüyam, Cüneyt Arcayürek yine ne atlattı sorusuyla başlardı. Hiç unutmam. 1980 yılbaşının ertesi günü sabah erken İstanbul’dan Ankara’ya dönüyorum. Uçakta elime Hürriyet’i alınca, başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Çünkü Cüneyt Baba, sürmanşetten nanik yapıyordu: “Ordu uyarı mektubu verdi!” Genelkurmay Başkanı Evren ve kuvvet komutanları Çankaya Köşkü’ne çıkmış ve Cumhurbaşkanı Korutürk’e verdikleri bir mektupla, dokuz ay sonraki 12 Eylül darbesinin ilk işaretini çakmışlardı. Baba yine atlatmıştı! Cüneyt Baba haberle yaşardı. Atlatma haberler yaşatırdı onu. Bakla gibi imzası ve fiyakalı fotoğrafıyla Hürriyet’in tepesinde, sürmanşetinde bir süre gözükmezse, huzursuz olurdu. Hatta huysuzlaşırdı. Onun bu hallerini bilenler, böyle zamanlarda Baba’nın yanına pek yaklaşmazlardı. Birbirimizi kollardık. İkimiz de Çankaya’da, eski basın sitesinde oturuyorduk. Sitede başka Ankara gazetecileri de yaşıyordu. Hatırlayabildiklerim: İlhami Soysal, Mehmet Ali Kışlalı, Örsan Öymen, Nizam Payzın, Mustafa Ekmekçi, Behiç Ekşi.
Her akşam telefon
Cüneyt Baba karşı blokta, üst kattaydı. Ben ise giriş katında, Mustafa Ekmekçi’ye ait tek odalı evde kiracıydım. Sevgili Ekmekçi, bazı sabahlar kapımı çalar, o sevimli ve muzip yüz ifadesiyle beni çorbaya davet ederdi. Akşamları arada bir başımı pencereden uzatır, Cüneyt Baba evde mi, değil mi kontrol ederdim. Böylece onu markaja aldığımı sanırdım. Neredeyse her akşam telefonlaşırdık. Cüneyt Baba’nın bana sempatisi vardı. Ben de onu olanca huysuzluğuna rağmen severdim. Gazeteciliğe, haberciliğe olan sevgisiydi beni ona yaklaştıran... Bu arada mesleki çıkarcılık da bizi birbirimize yakınlaştırmıştı. Haber konusunda arada bir işbirliği yapardık. Birbirimizi kollardık. Daha çok o bana yardımcı olurdu. 1979, 1980 yıllarında televizyon devlet tekelindeydi. Özel televizyonlar yoktu. Siyasi tartışma programları da canlı çekilmez, banda alınırdı. Ama böyle bir programa bir kere çıktın mı, sokakta bir anda tanınır hale gelirdin, popüler olurdun. Cüneyt Baba’yla ortak anılarımız hep gazetecilikle ilgiliydi. 1981’de ben genel yayın yönetmeni olduktan bir süre sonra Cüneyt Baba da Cumhuriyet’e gelmiş, mesleki heyecan ve deneyimlerini bize taşımıştı. 1991 genel seçimleriyle birlikte Cumhuriyet vazosu kırılınca, birbirimizden kopmuştuk. Ben Sabah’ta, Milliyet’te köşe yazarken Baba’yla seyahatlerde karşılaşır, dertleşir, bazen de duygusal anlar yaşardık. Hayat böyle. Cüneyt Baba mesleğini, haber atlatmayı, bir de sevgili eşi Esin Hanım’ı çok ama çok severdi. Rahat uyu Cüneyt Baba. Ben seni hep iyi hatırlıyorum.