‘Bu toprağı yansıtıyorum’

Ressam Orhan Benli ile Çukurova’nın çığlığını, Türk resminin bugününü ve sorunlarını konuştuk.

Gürer Mut

Türk resminin orta kuşak sanatçıları arasında yer alan ve Çukurova toprağından beslenen Orhan Benli, enerjisini sanatına yansıtıyor. Öyle ki, onun resmindeki soyutlamalar, renklerin coşkusunu öne çıkarırken, doğayla kurduğu dil; bizleri başka boyutlara götürüyor. Resimlerine odaklandığınızda ise Fırat nehrinin çığlığını, çitlerin derbederliğini, hazin kahverengiyi, sancılı kırmızıyı, coşkulu turkuazı görebiliyorsunuz. Burada yansıttığı hırçınlık, geldiği bölgenin dokusunu taşımanın ötesinde, hayatın içinde gördüğü çelişkilere karşı bir öfke patlamasına dönüşüyor. Bu bağlamda, Orhan Benli ile Çukurova’nın haykırışını, Türk resminin bugününü ve sorunlarını konuştuk.

Çizgilerinizde, fırça darbelerinizde, Çukurovanın izleri var. Çukurova sizi nasıl etkiledi?
Orta Torosların doğu kısmında Kadirli, Osmaniye, Kozan büyük bir havza. Bizim köyümüz Akçadağ, Tırıl ve Göksün arasındaydı. Ulu ormanlarla çevriliydik. Bu tablo bir çocuğun dünyasını baştan sona değiştiriyor. Yani tarlanın, yaban hayatının içinde doğdum. Yıllar sonra sanatıma yansıyan çitler, sövenler, ardıç kanatları, hayvan figürleri benim dünyamın parçası. İlkokuldan sonra, 1967’de bölgemizde bulunan ve Köy Enstitülerinin devamı olan Adana Düziçi İlk Öğretmen Okulunu kazandım. Okulumuzda üç katlı bir resim atölyemiz vardı. İkinci sınıftayken resme yönelmeye başlamıştım. Claude Monet’den tutun da, Paul Gauguin’e kadar ve daha naturalist Fransız izlenimcilerin tablolarını kopyalamaya çalışıyordum. Bugünkü çalışmalarımın derinlerinde işte o dönemin izleri var.

Sessiz yığınlar beni ilgilendirmiyor

Çalışmalarınızda genellikle insan formları haricinde, hayvan formlarını, ıssız doğayı işliyorsunuz. Bunun özel bir nedeni var mı?
1980’lerde yarı soyut, altyapısında klasik bir kompozisyonun bulunduğu insan temellerine yer verdiğim çalışmalarım vardı. Bu çalışmalarımda pazarcı kadınlar, köylü kadınlar, karasaban çeken insanları ve Toros yaylalarındaki göçebe insanları işliyordum. Türk resminde Neşet Günal gibi ressamalar orta Anadolu’nun yoksulluğunu, tükenmişliğini, yaşam biçimlerini yansıtmasından, Orhan Peker’in hayvan figürlerinden ve Turan Erol’un kerpiç evleri, Kürt kadınları konu alan çalışmalarından etkilendim. Ben aslında insanı dışlamış değilim. Ama beni şehir hayatının içindeki sessiz yığınlar ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren içinden çıktığım Anadolu toprağının değerleri. Bu toprağı yansıtıyorum. Çalışmaktan elleri toprağa batmış insan beni ilgilendiriyor.

2000’li yıllardan önce sanat hayatının daha canlı olduğu veya sanatçının toplum içinde bugüne nazaran daha rahat yer edindiğini hatırlıyoruz. O günden bugüne neler değişti?
Bunun sebebi süphesiz siyasi erk. 2000’ler öncesinde yaşanan krizlere rağmen, sanatçılar, galericiler daha rahattı. En azından özgürdü. Ekonomik olarak çalışmalarını sürdürecek materyallere daha kolay ulaşabiliyordu. Her şeyden önemlisi ürettiklerini dolaşıma sokabiliyordu. Bu iktidar yönetimi devraldıktan sonra her alanda kirlenme başladı. Elbette insanların ayrıştırıldığı bu toplumsal düzlemde sanat ve sanatçı oldukça kötü biçimde etkilendi. Bugün Atatürk’ün yaratımıyla ortaya çıkan o aydınlanmacı değerlerle kavga ediliyor. Evet, bugün karşımıza geçip ‘resim yapamazsınız’ denmiyor. Ama öyle bir ortam yaratıldı ki, bugün açılan resim sergisinde düzenlenen kokteyl nedeniyle o sergiye saldırılabiliyor.

Sanat mekânsız kaldı

İstanbul’un değişen dokusuna baktığınızda, kent sanatçıyı nasıl etkiliyor sizce?
Sanatçı için elbette en önemli şey, ürettiği eseri her türden insanın göreceği bir merkezde sergilemektir. Bugün ise kentle bütünleşmiş kültür sanat merkezleri birer birer yok olmaya başladı. Taksim Sanat Galerisi tarumar edildi. Atatürk Kültür Merkezi büyük bir coşkuyla ve hezeyanla yerle bir edildi. Bakın bu alanların önemi her kesimden insanın rahatça sanata ulaşmasını sağlamasıydı. Bugün ise sanatçı kentin dışına itildi ve mekânsız bırakıldı. İktidarın bu saldırganlığı, kenti daralttı ve boğdu. Artık ürünlerinizin izleyicisi giderek azalmaya başlıyor.

Aynı zamanda bir eğitimci olarak, gençlerin sanata ilgisini nasıl değerlendiriyorunuz?
Gelinen noktada, Anadolu kültürü, o insanının dinamizmi tüketildi. Şüphesiz ki, bu çağdaşlık çizgisinden gün geçtikçe uzaklaşmayla oldu. Ben bugün gelecek nesilden endişe ediyorum. Eğer bir yönetici çıkıp yazın sanatına afyon diyorsa, ‘bana Mozart dinletmeye çalışan faşisttir’, ‘cahilin ferasetini okumuşa tercih ederim’ diyorsa ortada gerçekten vahim bir tablo vardır. Eğitim kurumuyla yap boz gibi oynandı. Her taraf imam hatip okullarıyla dolduruldu. Bir çocuğun dünyasını geçmişin arkaik değerleriyle doldurursanız, ortaya sorgulamayan, hayattan zevk almayan, sevmeyen bir yapı çıkar ve bu büyük bir yozlaşmayı beraberinde getirir. Bu koşullardan çıkan bir öğrenci neyi keşfedebilir? İstenilen tablo buysa herkese hayırlı olsun! Bu toplamın sanatla olan ilişkisi ise, en son düşüneceğimiz şey...

Kararları lobiler veriyor

Dünyanın pek çok ülkesinde sergiler açtınız. Yeni dönemde sergi hazırlıkların var mı?
Geçen ay bir İstanbul soyutlaması yaptım, Avustralya’nın Perth şehrine gönderdim. Bunun haricinde bugüne kadar ABD’de, Avrupa’nın birçok kentinde, İngiltere’de, Tokyo’da sergiler açtım. Önümüzdeki aylarda ise Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ta bir sergim olacak. Bugünlerde Sırbistan’a hazırlanıyorum.

Son günlerde sinemacılar dağıtım ağlarının tekelleşmesini tartışıyor. Benzer bir durum resim dünyası için de söz konusu mu?
Bu ülkede ciddi anlamda sanat dünyasına yön veren lobiler var. Örneğin bana teklifler geliyor ben de sergi fiyatının yüzde 60’ını almak koşuluyla katılabileceğimi söylüyorum. Ama birileri çıkıyor ve telefonlar edip kendilerince beni engellemeye çalışıyorlar. Ben zaten yoğun biçimde üretiyorum ve beni takip edenlere resimler satıyorum. Ciddi anlamda paranın kokusunu alan rantçılar her tarafta. Kimi aracılar sağdan soldan topladıkları resimleri büyük müzayedelere satmak için yarışıyor. Artık gerçek anlamada ortada galeri de kalmadı. Birileri galerilere direktif veriyor onların sergileri yapılıyor. Bir örnek vereyim, biri çıkıyor mimar, aynı zamanda galeri sahibi, resim eleştirmeni, ressam, koleksiyoner ve küratör olabiliyor. Üstüne bir de müzenin seçici kurulunda yer alıyor. Doğal olarak elindeki bütün resimleri müzeye satabiliyor. Yani öyle bir hale gelmiş ki iş hem üretici, hem denetleyici, hem de fiyat belirleyici tek bir kişiden oluşuyor. Bu kimlerin tekeli? Sonuç olarak, eğer arkanızda devletin işleyen politikaları yoksa ya da sizi destekleyen lobiler yoksa, ressam Rafet Ekiz gibi benim gibi bu düzene hınçla bağırır, haykırır ve üretmeye devam edersiniz. Mutluyuz ama hak ettiğimiz yerde değiliz.