Bu hayatları herkes görmeli

"Umutsuz Yarınlar", mültecilerle ilgili bir sergi. Yokluğu, sağlıksız koşullara mahkûm edilen yaşamları anlatıyor. Bir de sorusu var: Bir insanın özgürlüğünü elinden almak kimin hakkı?

cumhuriyet.com.tr

Bir mülteci kampında hayat nasıl geçer? Bir grup fotoğraf sanatçısı bu sorunun peşine düşüp Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarına gitti. Şimdi İFSAK Lokal ve İbrahim Zaman Salonu’ndaki “Umutsuz Yarınlar (Filistin Mülteci Kamplarında Hayat)” konulu fotoğraf sergisiyle yanıtlarını bizimle paylaşıyorlar. Fotoğrafların altındaki imzalara gelince: Abdurrahman Koçak, Armağan Karagöz, Arzu Yavuz, Aslı İzveren, Çağıl Günalp, Elif Yılmaz, Fatih Mazi, Gökhan Erol, Güliz Akkaya, Hakkı Ceylan, İdris Esen, İsmi Durmuş, Nadir Özsoy, Nergis Güler, Ömer Zafer Göktürk, Selen Bozoklu, Selma Arslan, Sinan Yeşilyurt, Tijen Erol Özerdağ, Tijen Sadi, Vedat Şentürk, Zehra Arslan.

Sergi, 20 Ağustos’a kadar sürecek. Biz de serginin fotoğrafçılarından Zehra Arslan’la konuştuk.

Sergiyi gezecek olanlara bir uyarısı var Zehra Arslan’ın. “Sergiyi burada gördüğünüz çocukların sizin çocuklarınız veya yaşlıların sizin ailenizden birileri olduğunu düşünerek gezerseniz durumun hazinliğini daha iyi kavrayacağınızı düşünüyorum” diyor, “Kim ister ki her gece sekiz kişi ile daracık bir odada uyusun ve ertesi sabah yarınsızlığa uyansın, kim ister bir ülkede sığıntı olmayı, kim ister tel örgülerin içinde doğup, büyüyüp orada ölmeyi? Kim ne cüretle bir insanın özgürlüğünü elinden alma hakkına sahiptir?”

Uzun lafın kısası, sergi yanıt verirken, yeni sorular da çıkarıyor karşınıza…

- Lübnan’daki Filistinli mülteci kamplarını gezme fikri nereden çıktı?

- Benden çıktı. Eşim ve bana ait bir gezi blogumuz var; www.azgezmis.com. Çeşitli fotoğraf turları düzenliyoruz. Lübnan’da iki kampa girdik, ilki Baalbek’te El Celil, diğeri Beyrut’un göbeğinde Sabra ve Şatila kampları. Kamplara girip o hayatları görünce bunları mutlaka başkaları da görmeli diye düşündük.

- Nasıl bir çalışmanın ürünü bu proje?

- Gitmeden önce mülteci kampları ile ilgili birçok haber dinliyorduk ama içine girip görünce nasıl umutsuz bir hayat yaşadıklarını yakından gördük. Biz Lübnan’dayken Mavi Marmara Gemisi olayı patlak verdi. Herkesin dikkati bir anda Filistin’e çevrilmişti. Biz de bunun çok iyi bir zaman olduğu düşündük ve Dünya Mülteci Günü’nden bir gün sonra sergimizi açtık. Şimdi de İFSAK’tayız.

- Kamplarda nasıl karşılandınız?

- Müslüman ve Türk olmamızın büyük avantajını gördük. Sanki her kapıyı açan büyülü kelimelerdi. Herkes elini göğsünün üzerine koyup “selamün aleyküm” diyordu. Örneğin bir bakkal geçerken nereli olduğumuzu sordu, öğrenince bütün fotoğrafçı arkadaşlara meşrubat verdi. Para ödemeyi teklif ettiğimizde kesinlikle kabul etmedi. Bir başkası El Celil kampında evine davet etti. Tabii bu dört duvara ev denir mi, bilmem. Barınak demek daha doğru belki de. Kırık dökük tek bir koltuk, küçük bir televizyon ve beton zeminde 3-5 yaygıdan oluşan bir yer. Bu tek odada sekiz kişi yaşıyormuş. Bize onca yokluğa rağmen kahve ikram ettiler. Eşim cebinden bir paket sigara çıkarıp verince evin erkeği yerlere kadar eğilip teşekkür etti. Bu sahneler gözlerimizin dolmasına sebep oldu. Oradaki fakirlik ne kadar çoksa o kadar çok da gönül zenginliğine sahip bu insanlar.

- Sizi en çok ne çarptı?

- Oradaki insanların sığıntı gibi yaşamak zorunda bırakmaları. Öyle hikâyeler var ki, insanlar orada doğmuş, büyümüş ve ölmüş. Orası dediğim tel örgülerin içi. Bu insanların yaşadığı yere Lübnan askerleri bile giremiyor. Kamplardaki insanların vatandaşlık hakları yok, dolayısı ile çalışma izinleri yok. Ancak doktor veya mühendis olurlarsa Lübnan çalışma hakkı tanıyor. Onun dışındakilere yaşama şansı yok gibi. Yani umutsuzluk dört yanlarını sarmış. Orada fotoğraf çekerken kendimi çok kötü hissettim, kafeste yaşayan değişik canlıları şöyle bir görmeye gelmiş şımarık biri gibi hissettim. Bu insanlar ekmeği zor bulurken elimdeki makinenin değeri birkaç milyar ediyordu... Kamplara 25 fotoğrafçı girdik ve tabii ki dikkat çekmemek için 4’lü, 5’li gruplara ayrıldık. Bir grup arkadaşımız çöpe atılmış karpuzları toplayıp yiyen çocuklara rastlamış. “O anda bu sahne kaçırılmaz bir fotoğraftı ama hiçbirimiz makineyi o çocuklara doğrultup bu anı çekemedik” dediler. Bu beni çok etkiledi.

- Bu projeden size ne kaldı?

- Biraz olsun başka ülkelerde sığıntı veya bana göre özgür olmadıkları için tutsak yaşayan insanlara dikkat çekmek istedik. Sanırım bunu az da olsa başardık. Kendi adıma konuşacak olursam oraya gidip o insanların hayatlarının ve evlerinin içine girmem beni biraz daha alçakgönüllü ve biraz daha bu olaylara duyarlı yaptı. Sanırım bu etki geziye katılan herkeste oldu. Çünkü döndükten sonra kapalı mail grubumuz içinde günlerce mailleştik. Hepimiz kendimizi çok kötü hissediyorduk. Herkes ne çok gereksiz şeye sahip olduğu konusunda kendini sorgulamaya başladı.

- Fotoğrafların nereye varmasını hedefliyorsunuz?

- Hemen belirteyim, bu sergi hiçbir siyasi amaca hizmet etmiyor. Biz bunu orada yıpratılıp yok edilen insanlar adına yaptık. Bu insanlar Müslüman olmasaydı da aynı tavrı sergilerdik. Bizim sergide dikkat çekmek istediğimiz nokta, bu yüzyılda insan hakları diye bağıran bir sürü ülke varken, hâlâ bazı insanların sadece dinleri, sadece dilleri veya sadece renkleri farklı olduğu için esir ve sığıntı hayatı yaşamaya mahkûm edilmeleri. Herhalde yeryüzünde yaşanan en büyük vahşilik insanın insana yaptığı bu eziyet olsa gerek. Sergiyi açtığımız günden itibaren ilk defa değişik bir basın kuruluşundan ilgi gördük. Burada yaşayan insanlar Müslüman olduğu için maalesef siyasi malzeme olmaya uygun bulunuyorlar. Serginin hiçbir siyasi amacı yok oysa ki. Tek istediğimiz fotoğrafları gören insanları biraz düşündürmekti. Sanırım amacımıza ulaştık.