Bir Hukuk Devletinde...
cumhuriyet.com.tr
Ülkemizde son günlerde hukuku yakından ilgilendiren, daha doğru bir söyleyişle görünürde “hukuki” olan; ancak gerçekte hukuku ayaklar altına alan, hukuki kurum ve kavramları “rencide” eden uygulamalara tanık olmaktayız. Ülkemiz yakın tarihi incelendiğinde benzer durumların daha önce de birçok kez tekrarlandığı görülmektedir. Özellikle 12 Eylül Askeri Yönetimi döneminde hukukun bariz bir şekilde ayaklar altına alınarak yok sayıldığı taraflı-tarafsız kamuoyunu oluşturan herkesin malumudur. Anılan dönemde yaşananların mazur görülmesi hiçbir zaman, hiçbir şekilde mümkün değildir. İstanbul Barosu’nun o dönemki başkanı Av. Orhan Adli APAYDIN’ın da aralarında bulunduğu birçok aydın, yazar ve sanatçı da bu dönemde gözaltına alınmış, tutuklanmış ve dahası işkenceye maruz kalmışlardır. Bu hukuk tanımaz hareketlerin uygulayıcıları, yaptıklarının bilincinde olmalılar ki, kendilerinin yaptıkları işlemlerden dolayı yargılanamayacakları ibaresini geçici ek maddeyle hazırladıkları anayasaya koymuşlardır. Her ne kadar 12 Eylül darbecilerini mahkeme önünde yargılamak son AİHM kararıyla olası hale gelmişse de, hepimizce malum olan husus söz konusu dönemde baskıcı ve hukuk dışı uygulamalara imza atan kişilerin, bu karardan çok daha önce hukukun “tarihi bilinci” ile yargılanarak vicdanlarda en ağır cezaya mahkûm olduklarıdır.
İşte son günlerde yaşanan ve hepimizin tanık olduğu hukuka aykırılıklar, bu askeri rejim dönemlerini bile aratır niteliktedir. Geleceğimizin teminatı olan gençlerin sokak ortasında polis kurşunlarıyla yaralanması veya ölmesi, can güvenliği devlet korumasında olması gereken tutuklu ve hükümlülerin infaz memurlarının işkenceleri sonucu ölmesi, karakollarda yeniden işkence ve ölüm vakalarının yaşanması gibi hususlar bütün bu hukuk tanımaz uygulamalardan yalnızca birkaçı, ancak en vahimleridir. Bir gazetecinin sokak ortasında vurularak öldürülmesi olayında ihmalleri olan emniyet müdürlerinin halen görevde olmaları veya terfi ettirilmeleri de bu vahim uygulamaların bir başka boyutunu teşkil etmektedir.
Gece yarısı evden almalar
Bir hukuk devletinde, ülkenin önde gelen bilim adamları ve gazeteciler gece yarısı evlerinden polis marifetiyle alınmamalı, insanların özel görüşmeleri devletin tutanaklarında yer almamalı, o ülkenin özgür insanları her an dinlenme ya da gözaltına alınma korkusuyla yaşamamalı ve salt telefon konuşmalarından oluşan bir iddianameye dayanılarak insanların özgürlüğü kısıtlanmamalıdır.
Yine bir hukuk devletinde; tutuklu-tutuksuz sanık ayrımına gidilmemeli, yargılama -henüz sadece sanık sıfatını taşıyan kişilere baskı uygulayacak şekilde- cezaevi içinde kurulan duruşma salonunda sürdürülmemelidir. Bilindiği üzere bir hukuk devletinde, tutuklama kurumu, ceza muhakemesinin gerçekleştirilebilmesi ya da olası bir mahkûmiyetin ileride yerine getirilebilmesi amacıyla uygulanan ve suçlu olduğu konusunda henüz kesin hüküm bulunmayan; ancak suç işlediği şüphesi kuvvetli olan kişinin özgürlüğünün hâkim kararıyla geçici olarak kaldırılmasını öngören ceza muhakemesine dair ihtiyari bir koruma tedbiridir. Tutuklamanın uygulanabilmesi için olguya dayanan kuvvetli bir suç şüphesinin bulunması ve yasada gösterilen tutuklama nedenlerinden birinin (sanığın kaçma şüphesi gibi) gerçekleşmesi olmak üzere iki maddi koşulun varlığı gerekir.
Ülkemizde ise tutuklama kurumu bir önlem olmaktan çok bir ceza niteliğinde, bir infaz hüviyetindedir. Mahkemeler, çok uzun süredir tutuklu bulunan ve haklarında halen hüküm verilmemiş olan sanıkların dosyaları ile dolup taşmaktadır ki bu durum İnsan Hakları Sözleşmesi ve Evrensel Beyannamesi gibi uluslararası belgelerle koruma altına alınan özgürlük gibi temel haklara ve başta adil yargılanma olmak üzere diğer yargılanma ilkelerine aykırıdır.
Hükümete muhalif olanlar
Ceza Usul Hukuku normları gereğince soruşturma evresi sonunda soruşturmayı yürüten cumhuriyet savcısı ya toplanan delillerin suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluşturduğuna kanaat getirerek bir iddianame düzenlemeli ya da kamu davasının açılması için yeterli şüphe oluşturacak delil elde edilemediğine kanaat getirerek ve/veya kovuşturma olanağının bulunmadığı hallerde bunu belirterek kovuşturmaya yer olmadığına karar vermelidir. Yoksa soruşturmanın ucunu açık bırakarak, “dalga dalga” insanların -ne hikmetse hep de hükümete muhalif olan kişilerin- gözaltına alınmasına olanak sağlayacak hukukla bağdaşmayacak bir uygulamanın varlığına göz yummamalı veya imkân tanımamalıdır. Zira hukuk devletinin sade bir vatandaşı olarak ve belirtmek gerekir ki haklı olarak, her kişi, diğer kişi ve kurumlara karşı hukukun koruyuculuğundan yararlanmak ve kendisini hukuk şemsiyesi altında görmek ister. Rousseau ve çağdaşı olan pek çok düşünürün dediği gibi modern hukuk devletinin varlık temeli olan “toplumsal sözleşme” de bunu haklı kılan en önemli husustur. Bütün bunlara karşın, hukuku uygulayan kişi ve kurumların, iş ve eylemlerinden dolayı mağdur olmaları -içinde bulunduğumuz durumda ise mağdur edilmeleri- durumunda, hukuk devletinden haklı beklenti içinde olan bireylerin sığınabilecekleri son kalenin de ortadan kalkacağı açıktır. Toplumda infial yaratan bir taciz olayında Adli Tıp Kurumu’nun ilgili ihtisas kurulunca mahkeme heyetine sunulan raporun pedagog olmadan hazırlanması ve eleştiriler üzerine bu tür olaylardaki raporların hazırlanmasının kurumca durdurulmasına karar verilmesi, önceki raporların tümünü “tartışmalı” hale getirmiştir.
Bu halde meydana gelebilecek hukuki sonuçlar herkesçe malumdur. Bu noktada doğru olan, ilgili raporun her türlü önyargıdan uzak ve bilimsel olarak irdelenmesi, kurumsal yıpratmadan kaçınarak böyle bir raporun düzenlenmesinde sıradışılık varsa sorumluları hakkında soruşturma açılması, kurumun yara almasının önüne geçilmesi ve tabii ki ilgili ihtisas kuruluna bir an önce pedagog atamasının yapılmasıdır.
Demokrasiyi tehdit
Anayasa uyarınca: “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir.” Hukuk devleti, her tür idari ve siyasi etkinliğin hukuk normlarına uygun olduğu ve hukukun uygulamasının doğrudan hukukçular eliyle yürütüldüğü ve modern öğreti gereğince yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığının esas alındığı bir örgütlenme biçimidir. Hal böyleyken, yürütmenin başı konumunda bulunan kişinin bir dava için “Ben bu davanın savcısıyım” şeklinde bir beyanat vermesi, o hukuk devleti için salt yaralayıcı bir söylem olmakla kalmaz, aynı zamanda erkler ayrılığına da son verdiği için demokrasiyi de tehdit eder ve yıpratır.Yine bir hukuk devletinde, Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin üyeleri, doğrudan ve yürütmeden bağımsız kurum ve kişiler aracılığıyla göreve gelirler. Bu mahkeme üyelerinden biri, anayasa normları ile korunan ve kollanan o ülke ve devletin temel değerlerinin tartışmaya açılabileceğini kamuoyuna deklare edemez.
Varlığının amacı anayasayı korumak olan bir mahkeme başkanı, bindiği dalı keser gibi, anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin aslında değiştirilebileceğini ima edemez; ima etse dahi anayasa hukukunun anayasa yapımı konusunda belirgin bir şekilde ayrımlarını yaptığı asli kurucu, tali kurucu ve türev kurucu iktidar gibi temel kavramlarını ve hatta bu kavramların da üstünde olan ve yurttaşların refahı, toplumun özgürlüğü, devletin ise kuruluşu ve bekası açısından ulvi olan bazı değerleri çiğneyerek söylediklerini hukuk devleti ilkelerine dayandıramaz. Hele ki bu üye, adı geçen temel değerleri korumak ve kollamakla görevli ve yükümlü olan yüksek mahkemenin “hukukçu” olmayan başkanıysa bu açıklamalar olsa olsa hukuk yerine yürütmeden güç alan temelsiz “hezeyanlardan” başka bir şey olarak yorumlanamaz.
Bizler, hukukçular olarak, hukuk devleti ilkesini yalnızca anayasa ve yasa metinlerinde yer alan bir öğreti, bir doktriner değer olarak görmemeli; hukuk devleti olmanın yolunun insanlığın varoluşundan bugüne gelen değerlerin korunması ve anayasal ilkelerin uygulamaya yansımasından geçtiğinin bilincinde olarak hareket etmeliyiz.
Yoksa, bugüne kadar yapıldığı gibi bundan sonra da “hukuk devletiymiş gibi” hareket ederek gerçek anlamda “insan haklarına saygılı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti”ne kavuşmak mümkün olamaz. Aksi bir durumda ise hukukun gücü, yerini gücün hukukuna bırakır ki bu da demokrasiden çok dikta rejimlerine has ve hukuk devletine yakışmayan bir uygulamadır. Bu nedenle de herkes, gerçekte geçici olarak bulunduğu yer ve makamın sorumluluklarına uygun davranmaya özen göstermelidir.
Av. Muammer AYDIN İstanbul Barosu Başkanı