Balyoz Davasının Düşündürdükleri -2-

cumhuriyet.com.tr

Sözde Demokrasi Cephesi

Şu anda demokratlık zırhına bürünen ve bunu yaparken hukuku hiçe saymayı kendisine hak olarak gören bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kendilerine şu tarih tanımını hatırlatmak istiyorum: “Tarih, yaşadığı çağı mutlak, aktüel değerleri değişmez ve her değişimi ilerleme sananlara kendisini sıklıkla hatırlatır.”

Tarih zulüm ile abat olunamayacağını sizlere de gösterecektir. Ya yarın ya yarından sonra. Ama mutlaka.

Ahmet YAVUZ / Emekli TümgeneralBu köşede, 8 Ekim’de, Balyoz tertibinin arka planını; ülkemizin siyasi olarak yeniden yapılandırılmasındaki işlevini ve gerçekleri halka açıklama cesaretini gösteremeyen TSK’ye eleştirilerimi dile getirmiştim. Bu yazıda, süreç içerisinde rol oynayan sözde demokrasi cephesine temas edeceğim.

Sözde demokrasi cephesi bu olayı şöyle gördü: Askeri vesayet kaldırılmalıdır! Bunun için yapılan her şey mubahtır! Ama yapılacak kıyım ve temizlik yargı eliyle yapılmalıydı. Alper Görmüş’ün “Bir toplantıda askeri vesayetle hesaplaşmanın yegâne yolunun başarısız kalmış bir darbe girişiminin ardından eski ve yeni darbecilerin derdest edilip yargılanmaları olduğunun tartışılmış olduğunu” yazması buna işaret eden önemli bir gösterge.
ÖYM’ler zaten bu amaçla kurulmuştu. Ancak bütün bunlar yetmezdi; suçlanmak istenenler aleyhine suç üretilmeliydi! Bu maksatla bir sahte suç ve delil üretim merkezi kuruldu. İşe koyuldular. Ama halkın rızasının elde edilmesi gerekiyordu. Onun için de daha önce kontrol altına alınan organlar vardı:
“Medya.” Psikolojik harekât başladı, halen de devam ediyor.

Yandaş medyanın yalanları

İşe ilk girişen Taraf oldu. Güya camilerimizi bombalayacak ve kendi uçağımızı düşürecektik! Yandaş medya her gün ürettiği yalanlar ve bilinçli saptırmalarla kin ve nefret saçtı! Destekçileri de fazlaydı. Örneğin; 13.02.2011’de Star gazetesinde Mehmet Altan: “Hayırlı cuma hayırlara vesile oldu: Askeri darbe davası olan Balyoz’da… mahkeme, aralarında eski kuvvet komutanlarının da bulunduğu 162 sanık için tutuklama emri verdi” diye yazdı.
Üç gün sonra
Nagehan Alçı, milyonların gözü önünde CNNTürk’te, tutuklanmamızı “demokrasinin zaferi” olarak takdim etti. Yargılamalar boyunca bu tavır devam etti. Ağızlarında demokrasiyi sakız ettiler. Neydi bu demokrasi? “İnsanların işlemedikleri suçlardan dolayı hapislere atılmasıydı” benim gördüğüm ve yaşadığım kadarıyla.
Mart 2012’de sahtelikler tamamen ortaya döküldü. Zorlamayla delil diye isimlendirdikleri bütün suçlama belgelerinin sahteliği bilimsel olarak kanıtlandı. Ama yılmadılar. Psikolojik harekâta devam ettiler.
Örneğin 13 Nisan 2012’de, CNNTürk’te
Hüseyin Çelik’i dinleyince kendimi başka bir davadan yargılanıyor olarak addetmiştim. Kendisine göre Balyoz davasında bütün deliller imzalı imiş. Gerçeğin tam tersi. Balyoz davasında suça konu belgelerin içinde bir tane bile imzalı evrak yoktur; belge diye sunulanların tamamı dijital olup seminerdeki amacını aşan kimi konuşmalardan çarpıtılarak üretilmiştir.

Çifte standart

Tabii ben tarih derslerinden Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’i bildiğim için hiç şaşırmadım. Milli Eğitim Bakanlığı yapmış bir şahsiyetin kamuoyunu yanıltıcı beyanının talihsizliği bir yana; bu belgeleri(!) TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na teslim etmemesi de manidardır. Oysa biz bu komisyona iki defa müracaat ettikse de taleplerimiz “Konunun yargıya intikal etmiş olması” gerekçesiyle reddedildi. Sanki 12 Eylül ve 28 Şubat davaları yargıya intikal etmemişti! Çifte standartçılığın böylesi bu dönemin karakteristik özelliği olsa gerek.
Sözde demokrasi cephesi içerisinde sıfır suça sıfır hukuk barındıran bir kararla şaha kalktı. 22 Eylül 2012’de Sabah’ın manşeti
“Demokrasinin Zaferi” oldu. 24 Eylül’de Yeni Şafak’ta Abdülkadir Selvi: “Balyoz’u demokrasinin tepesine indirmek isteyenlere inat, demokrasinin ‘Balyoz’u darbecilerin kafasına indi. 21 Eylül o açıdan tarihi bir dönüm noktası. 21 Eylül demokrasi bayramınız kutlu olsun” diyerek koroya katıldı. Sahte belgelerle insanları mahkûm etmek hangi demokrasinin zaferi olabilirdi? Herhalde tarifini ileride Selvi’den öğreniriz.
Doç.
Adnan Küçük’ün 21 Ekim 2012 tarihli Yeni Şafak’ta yer alan yazısı da çok ilginç. Ancak yazıyı anlamak için biraz psikoloji bilmek gerekiyor. Yazar, kendisine duyulabilecek tepkileri azaltmak için başlangıçta masumiyet karinesine vurgu yapıyor. Ertuğrul Günay’ın kararı onaylamayan ifadesini eleştiriyor. Genel kanıyı “suçun oluştuğu” şeklinde yumuşak bir geçişle okuyucusuna aktarıyor. Yargıtay’daki kararın baskı altında verilmemesi istikametinde bir dilek ortaya koyuyor ve mesajını veriyor: Aman kararı onayın. Delillerden de emin, sanırsınız ki kendisi eliyle teslim etmiş.
Ziya Gökalp’in Malta sürgünü esnasında ailesine yolladığı mektupların birinde şöyle bir ifade var : “…içerimden geçen ahları tutuyorum, Kerem gibi yanmayayım diye!” Sanki Silivri tutsaklarını anlatıyor. Aslında Malta sürgününe maruz kalanlarla Silivri tutsağı haline getirilenler arasında siyasilik ve tutsaklık boyutlarıyla mevcut olan benzerlik hukuki boyut için yok. Çünkü işgalci İngiltere’nin savcısı bile mevcut delillere dayalı olarak Malta sürgünlerine dava açamamıştı! Bizde ise hukuksuzluk hukuk halini almış durumda.
Bugün insanlar sahte belgelerle yargılandığımızı öğrendiler. Buna rağmen iki arada bir derede kalanlar da var. 25 Eylül 2012’de Hürriyet’te
İsmet Berkan “Hakikatle gerçek arasına sıkışmak” başlıklı bir yazı yazdı. Kendisine göre darbe arayışları “hakikati”; yargılama belgelerinin sahteliği ise “gerçeği” açıklıyordu. Bizler ya demokrasiyi seçecektik ya da hukukun üstünlüğünü. Şu ifade de kendisine ait: “Bu ülkede ‘hakikat’ daha 2002 yılının sonunda … 1 Ordu Karargâhı’nda darbe planlandığıdır.” Kendi “hakikat”ini açıklayan Berkan’a ileride gerçeği öğrenecek oğlu “Baba sen o esnada orada mıydın?” diye mutlaka soracaktır, cevabını şimdiden hazırlaması lazım.

Hukuksuz demokrasi olmaz

26 Eylül 2012’de Ruşen Çakır’ın aynı mealdeki yazısının başlığı “Demokrasi mi istersiniz yoksa hukuk devleti mi?” idi. Sanki biri diğerinin zıttıydı ve biri olmadan diğeri yaşayabilirdi! Vicdanı elvermediği için olsa gerek, kutsal hedeflere ulaşılırken meşru yolların dışına çıkılmasını açıkça eleştiriyor.
Hukuksuz demokrasi olmaz, demokrasisiz bir hukuk ise kendini geliştiremez. Dolayısıyla bizim tercihimiz iki çocuğumuzu da muhafaza edebilmek; hem demokrasimizi hem de hukukumuzu evrensel düzeye ulaştırabilmektir. Bizimki gibi kötü yönetilen ülkeler bu değerlere ulaşmak için bütün organlarıyla gayret göstereceğine birbirini yiyerek enerjisini içeride tüketiyor. Sonuç ortada!
Başbakan, çalışma odasına ve makam aracına dinleme cihazı yerleştirenleri arıyor. Kendisine önerim, Silivri davaları için sahte belge üreten çeteyi bulması (ki bunu kolaylıkla yapabilir). Oradan böcekçilere rahatlıkla ulaşabilir. Çünkü bu böceklerin hepsi aynı familyadan.
Şu anda demokratlık zırhına bürünen ve bunu yaparken hukuku hiçe saymayı kendisine hak olarak gören bir zihniyetle karşı karşıyayız. Kendilerine şu tarih tanımını hatırlatmak istiyorum:
Tarih, yaşadığı çağı mutlak, aktüel değerleri değişmez ve her değişimi ilerleme sananlara kendisini sıklıkla hatırlatır.”
Tarih zulüm ile abat olunamayacağını sizlere de gösterecektir. Ya yarın ya yarından sonra. Ama mutlaka.

Ahmet YAVUZ / Emekli Tümgeneral