Ayşe Övür'den 'Sahra 1911'
“Sahra 1911”, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının emperyalist güçlerce ufalandığı, topraklarında sömürgeciliğin hızla filizlenmeye başladığı bir dönemi eksen alıyor. Kurtuluş Savaşı’nı kazanacak bir ulusun dönüşümüne ve ruh hâline ilişkin saptamalar sunan bir ilk roman kaleme alan Ayşe Övür’le kitabını konuştuk.
Hatice Nazlı Aydoğan
- Sahra 1911, yazar olarak ilk romanınız. Yazar kişiliğinizi tanımak ve yazmaya karar verme sürecinizle ilgili bilgi alabilir miyiz?
- İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü’nü bitirdim. Ardından aynı fakültede Eskiçağ Tarihi Bölümü’nde yüksek lisans yaptım. Edebiyat; arkeoloji ve Eskiçağ tarihinin ayrılmaz bir parçası. Klasik Arkeoloji birinci sınıfta dünyanın en iyi edebiyat metinlerinden biri kabul edilen İlyada'yı bir yıl boyunca satır satır inceler, diğer sanat türlerine olan etkisini araştırır, ödev yazarsınız. Ardından Odysseia, Theogonia gibi öteki büyük metinler gelir. Bu temel metinleri bilmek edebiyat yolculuğunuzu sağlam temeller üzerine kuruyor. Tabii benim edebiyata olan ilgim üniversite öncesine dayanıyor. Kendimi bildim bileli kitaplar hep hayatımın içinde yer aldı. Önce iyi bir okur oldum. Roman yazmaya başlamanın gerisinde iyi bir okur olmam yatıyor. Yazmak, süreç içinde kendi doğal seyrinde hayatımda yerini aldı.
- Etkilendiğiniz ve sizi roman yazarı olma sürecine taşıyan yazarlar kimler?
- Klasik Rus edebiyatı vazgeçilmezlerimin başında. Dostoyevski, Şolohov ve Turgenyev'in eserlerini arka arkaya defalarca okudum. Raskolnikov başkahramanım oldu uzun süre. Jean-Paul Sartre'ın Bulantı’sı etkilendiğim özel kitaplarımdan biri. Dünyayı algılamamdaki etkisi tartışılmaz. Çağdaş yazarlardan Zadie Smith'i de ilginç bulurum. Takip ederim. İçeriye, Türk edebiyatına bakarsak Füruzan ve Ayla Kutlu'nun kadınlarını, Tahsin Yücel'in dilini, Orhan Pamuk'un kurgu ustalığını severim. Murathan Mungan okumak, yazma gücü verir. Günümüzde özellikle gençlerin büyük ilgi gösterdiği fantastik edebiyatı da severek takip ediyorum. Belki mitoloji ile ilgilendiğim için keyifli buluyorum ama hiç bir zaman bir fantastik edebiyat metni yazmayı düşünmedim.
“DERS KİTAPLARINDA GEÇİŞTİRİLEN SAVAŞ”
- Roman yazarlığı, ciddi emek ve zaman isteyen bir iş. Bundan sonraki roman yazarlığı sürecinizi nasıl planlıyorsunuz?
- Roman sadece elinize kalem alıp içinizden gelenleri yazmak değil elbette. Altında uzun süreli hazırlık, araştırma safhası var. Hepsini toplayınca ilk romanımın metninin oluşması iki seneyi buldu. Bunun için günde en az dört saat dış dünyadan soyutlanıp yazıya odaklanmam gerekti. Zaten edebiyata bundan daha az zaman ayırarak iyi bir yazar olunabileceğini düşünmüyorum. Burada demek istediğim bir odaya kapanmak değil, kendini yazıya vermek. Bunu bir kafede oturarak da yapabilirsiniz. Yolculuklarda yazmayı seviyorum. En rahat uçakta yazıyorum. Sahra 1911'i gezerek birbiriyle ilgisiz şehirlerde yazdım. Bu sürekli hareket hâli yazma sürecini benim için keyifli yaptı diyebilirim. Prag'da bir kafeye oturup tüm öğleden sonrayı yazarak geçirdiğim de oldu, Gönen'de Seferbey'in evinde yazdığım da...
- Sahra 1911, millî mücadele sürecinde önem taşıyan ancak tarih ve edebiyat dünyasında çok fazla yer bulmayan bir konuyu işliyor. Trasblusgarp Cephesi’nde yaşananları roman olarak işlemenizin ana nedeni ne?
- Trablusgarp Savaşı bizde okul kitaplarında üzerinde fazla durulmadan geçiştirilen bir konu. Savaşa İtalya tarafından bakınca durum çok farklı. İtalyanlar, Birinci Dünya Savaşı öncesi bir hazırlık dönemi olarak algılıyor bu savaşı. Romana hazırlık yaparken pek çok belge ve nitelikli fotoğrafı, İtalyan ve İngiliz kaynaklarında bulabildim. Bizdeki kitaplar aynı bilgilerin tekrarı niteliğinde. Büyük dedem Seferbey, Trablusgarp Savaşı şehitlerinden. Bu nedenle çocukluğumdan bu yana ismini aile büyüklerinden duyduğum bir savaş bu. Bizim resmî tarih kitaplarında anlatıldığını görmediğim bir gerçeğin ortaya çıkmasını istedim. O dönemde, Kuzey Afrika'da hem Memlûk'lulardan kalma Çerkesler hem de Osmanlı döneminde sürgün olarak gönderilen büyük Çerkes aileler yaşıyordu. Bölgeye giden Harbiyeli subaylar Anadolu'daki bazı Çerkes Beylerinin de kendileri ile birlikte gelmesini teşvik etmiş. Amaç tabii ki Kuzey Afrika'da yaşayan Çerkesleri bu şekilde etkilemek ve Osmanlı ordusuna katılmasını sağlamak. Bunda başarılı da olmuşlar. Bir Çerkes Beyi olan büyük dedem, bu nedenle uzun ve zor bir yolculuktan sonra Trablusgarp'a gidiyor. Bu romanı yazarken bir amacım da Osmanlı İmparatorluğun’nun parçalanma döneminde büyük fedakârlık yapmış insanları gün yüzüne çıkarmaktı. Çünkü tarih, hep kahramanlar üzerinden anlatılır. Adı bilinmeyen, fotoğrafta yüzleri hiç görülmeyen insanlar unutulur. Biraz onların gündeme gelmesini istedim.
“YAZACAKLARIMDA GÖÇ TRAVMALARI YER ALACAK”
- Çerkesler odağında göçmenlik duygusuna bakışınızı anlatabilir misiniz ya da göçmenler ve göçmenlik konuları bir yazar olarak daha fazla dikkatinizi çekiyor diyebilir miyiz?
- Aile büyüklerinden göçmen hikâyeleri dinleyerek büyüdüm. En iyi bildiğim duygulardan biri, toprağından ya da yerinden yurdundan kovulan insanların acıları. Çerkeslik anne tarafımda var. Babam Rumeli'den gelmek zorunda kalmış. On bir yaşında Türkiye vatandaşı olmuş. Çocukluğum boyunca ailemin yaşlılarından korkunç öyküler dinledim. Hiçbirini unutmam mümkün değil. Açlıktan ağlayan çocukların yol boyunca uğradığı köylerde hiç bilmediği insanlara bırakılması, yürüyemeyen yaşlıların yolda terk edilmesi gibi. Hepsi gerçek, insandan insana hüzünle aktarılan anılardı. Kaybetme duygusunu, korku travmalarını, aidiyetsizliğin getirdiği hüznü ve hep içinizde bir yerde var olan kaçıp gitme isteğini sağaltmak zor. Bu hislerin nesilden nesle aktarıldığını biliyorum. Yazacaklarımda mutlaka yeri olacak göç travmalarının.
- Farklı bir dünya görüşü ve yaşam biçiminden, sonsuzluk ve zorlu bir mücadele ile karşılık bulan Sahra Çölü’nde savaşmaya gitme motivasyonunu nasıl açıklarsınız?
-İlk romanımda başkahraman olarak kurguladığım Kafkasya göçmeni Seferbey'in, kendisine sunulan tüm zenginliğe rağmen Kuzey Afrika'ya savaşmaya gitmesi, hem tutunamama gerçeğinin yansıması hem de kendisini kabul eden Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kendini borçlu hissetmesiydi.
- Ayşe Övür, ilk roman denemesinin ardından ne tür hikâyelerle okurlarının karşısına çıkmaya hazırlanıyor?
- İlk kitabım, bir dönem ve bir tarih romanı oldu. Tarihi çok seviyorum ama bir “dönem romanı yazarı” olmak istemem. Yazarın çağına da tanıklık etmesi gerektiğine inananlardanım. İnsanın aklıyla alay edildiği bir zaman diliminde yaşayıp buna kayıtsız kalmak mümkün değil. Kendimi sınırlamadan birbirinden farklı konulardaki kitapların yazarı olmayı tercih ederim. Gelecekte geçen bir metin yazmayı da düşünüyorum.
Sahra 1911 / Ayşe Övür / Remzi Kitabevi / 208 s.