Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde maddi şartların zorladığı karakterlerin hikayeleri: Paranın gözü kör olsun
57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde maddi şartların zorladığı, savurduğu, dönüştürdüğü karakterlerin hikayelerini farklı biçem ve tarzlarda anlatan filmler izleyiciyle buluştu.
Emrah KolukısaAntalya’da festivalin yarısını geride bıraktık ve iddialı yapımların sahne aldığı gecelerin ardından herkesin kafasında belirli şeyler de netleşmeye başladı. Artık, her festivalde olduğu gibi, hangi film hangi ödüle yakın, hangi oyuncular jürinin dikkatini çekecek, falanca filmdeki falanca performans ödül alır mı yoksa diğer filmdeki oyuncu onu alaşağı eder mi, gibi sohbetler dönüyor Su Otel’in havuz başında ya da sahilinde...
Ödüllere ilişkin tahminlerimizi elbette son günlere saklıyoruz ama Ferit Karol’un imzasını taşıyan “Kumbara” adlı filmde yanlış kişiye kefil olduğu için başı belaya giren orta sınıf bir aile babasını canlandıran Murat Kılıç ile onun eşi rolündeki Gülçin Kültür Şahin’in (hatta kısa rolüne rağmen Onur Gökçek’in) izleyici üzerinde önemli bir etki yarattığını söylemek çok yanlış olmaz. Karol’un uzunca bir süredir üzerinde çalıştığı ilk filmi “Kumbara” ödemekte zorlandığı borçları ve yoğun bakımda yatan hasta annesi arasında gidip gelen Orhan’ın ihtiyacı olan parayı toplayabilmek için olmayacak işlere bulaştığı bir hikayeyi anlatırken yer yer mizahi bir anlatımın öne çıktığı bir yapım. Senaryoda da imzası bulunan Ferit Karol geleceğe dair umut ışıkları veren bir yönetmen, bunu sanıyorum filmi izleyen herkes teslim etti. “Kumbara”nın da festivalde şimdiye dek izleyiciyle buluşan 8 yapım içinde en beğenilenlerden biri olduğu gerçek; özellikle hayatın dayattığı şartlar altında ezilen bireylerin nerelere savrulabileceğine, insanın kendine bile ne denli yabancılaşabileceğine dair yaptığı önermeler bir hayli çarpıcı. Ne var ki filmin merkezindeki Orhan karakterinin içine girdiği girdapta çaresizce çırpınmasını izlerken filmin olası çözümleri arasında en bariz olanına yönelmesi ve gerçek bir dönüşüm geçirmeden verili düzene teslim olması doğrusu biraz hayal kırıklığıydı. Bugün parasızlık yüzünden kendini yakan insanların haber bültenlerinden bile zar zor yer bulduğu son derece vahşi bir düzende yaşıyoruz ve izleyicinin özdeşleşmesi yüksekle muhtemel bir karakteri (Orhan) çok daha etkili bir şekilde kullanmak mümkünken (tabii ki kendini yaksın demiyorum) onu neredeyse filmin başlangıcında olduğundan bile daha sıradan hale düşürmek biraz fazla üstten bakmak olmuyor mu? Bu da geçerli bir tercih elbette, orta sınıfın ahlaki çürümüşlüğüne dair bunu da söyleyebilirsiniz, ama o zaman bunu dengeleyecek farklı bir önermeye ya da en azından bunu destekleyecek daha güçlü argümanlara yer vermek daha doğru olurdu kanımca. Aksi takdirde bir sınıfı toptan gömmek ve toplumsal şartları basit başlıklara indirmek çok zor değil. Uzun lafın kısası karakterin çizgisi, dönüşümü anlamında birçok heyecan verici tercih mümkünken Karol’un senaryo aşamasında kendine çizdiği yol haritası beni beklediğim kadar tatmin etmedi. Yine de Antalya’nın şimdiye kadarki en iyilerinden biri olduğuna şüphe yok “Kumbara”nın.
VENEDİK’TEN ANTALYA’YA ‘HAYALETLER’
Azra Deniz Okyay’ın Venedik Film Festivai’nde gösterildiği Eleştirmenler Haftası’nın büyük ödülünü alan “Hayaletler”i belki de Antalya’da en merak ettiğim filmdi. Olumlu bir önyargıyla izlemeye başladım filmi ve ekseriyetle olduğu gibi bu olumlu önyargılarımı tam olarak desteklemeyen bir filmden çıktım. Olumlu taraflarını sıralamak gerekirse Okyay’ın filminin müthiş bir enerjisi var. Özellikle gençlerin sahnelerinde bunu çok net bir şekilde hissediyorsunuz. Ayrıca filmin anlatı yapısındaki buluşlar ve denemeler son derece ilginç ve heyecan verici. Film birkaç kez başlangıç noktasına dönüyor ve karakterlerin hikayelerine geçişlerde cep telefonu kamerasının kullanılması filmin üslubunda kendini belli eden bir yere konumlandığı gibi yerinde bir tespitle günümüz gerçekliğiyle de güzel örtüşüyor. Büyük ölçüde İstanbul’un betonla örülmüş kenar mahallelerinde geçen ve alt sınıfların hayatlarına odaklanan filmde kentsel dönüşümden, uyuşturucu ticaretine, yoksulluktan polis şiddetine, ‘Yeni Türkiye’yi inşa ediyoruz’ diyerek muhbirliği yücelten şeytani karakterlerden Suriyeli göçmenlere ve LGBTQİ+ bireylerden feminist aktivistlere hemen her mesele ve katman ele alınmış. Filmin benim açımdan aksamaya başladığı yerler de burada tezahür ediyor aslında. Yani, evet, tüm bu sorunlar Türkiye’de mevcut gerçekten, hem de belki çok daha yakıcı bir şekilde (örneğin filmdeki polisleri gerçektekilerden daha yumuşak buldum, ya da genç kadını taciz eden pisliğin yüzsüzlüğü daha belirgin şekilde de vurgulanabilirdi ama bunlar hep tercih meselesi), ama hepsini aynı kazana atıp ortaya özgün bir yemek çıkarmak (teşbihte hata aranmaz) son derece ustalıklı bir aşçılık istiyor. Kendi adıma Azra Deniz Okyay’da bu kumaşın olduğuna inanıyorum ve eminim bir sonraki filminde daha bütünlüklü ve incelikli bir işe imza atacak ama burada yer yer heyecanına yenik düştüğünü ve çok da hakim olmadığı bazı malzemeleri göz kararı yemeğe kattığını düşünüyorum. Bu da ister istemez kimi noktalarda didaktik ya da ‘kör gözüm parmağına’ bir tavrın belirginleşmesine sebep olmuş ve filmin izleyicide heyecan yaratan yapısal özgünlüğüne gölge düşürmüş. Oyuncu ensemble’ında ise Nalan Kuruçim başta olmak üzere genel olarak güçlü performansların yer aldığını ama gençlik enerjisinin öne çıktığı bölümlerde oyunculuk ustalığını yer yer aradığımızı itiraf edeyim. Filmin bu bölümlerini izlerken aklıma sık sık “Kar” ve “Mavi Dalga” geldi ve oradaki oyunculukların ve diyalogların lezzetini “Hayaletler”de alamadığımı fark ettim. Ama en başında da dediğim gibi müthiş bir enerjisi ve doğru perspektiflere sahip bir bakış açısı var filmin ve bu da umutlanmamız için yetiyor.
İZLEYİCİ İKİYE AYRILIR...
Sinema yazarları arkadaşlarımızla konuşurken “İnsanlar İkiye Ayrılır” gibi bir filmin sinemamızda daha önce yapılmayan bir şeyi denediğini tespitettik. Bu iyi bir şey. Yani devasa bir sisteme karşı duran ve onu alt eden bireylerin öyküsünü entrikanın ön planda olduğu bir tarzda anlatan bir film hatırlamıyorum kendi adıma. Hollywood’da birçok örneği var elbette, (“The Firm” aklıma ilk gelen örneklerden) ama bizde hiç olmadığını fark etmek bile tuhaf geldi doğrusu. Tunç Şahin’in yazıp yönettiği ve Burcu Biricik, Pınar Deniz, Aras Aydın gibi popüler isimlerin başrollerini paylaştığı “İnsanlar İkiye Ayrılır” kredi borcu yüzünden dara düşen genç bir kadının odağında olduğu bir entrika hikayesi anlatıyor ve izleyiciyi son ana kadar ters köşeye yatıran çeşitli sürprizlerle ilerliyor. Filmin yer yer televizyon estetiğine yaklaşması (hem reji hem de oyunculuk anlamında) eleştirilebilir elbette ama asıl önemli olan yönetmenin kendi özgün tarzını bu anlatıma kurban etmesi bana sorarsanız. Üstüne bir de seyirciyi ters köşeye yatırma adına hikayedeki çeşitli sürpriz dönüşleri eklediğinizde asıl mesele ıskalanmış oluyor ve dört başı mamur bir sistem eleştirisi çıkmıyor ortaya.Ama sonuçta izleyicinin hiç zorlanmadan izlediği filmlerden biri oldu burada “İnsanlar İkiye Ayrılır” ve evet doğrudur insanlar ikiye ayrılır, kimileri zorlanmayı sevmez, kimileri de sever. Siz?