ABD'ye 'hayır' dedi hedef oldu
'Arap Baharı' olarak adlandırılan süreçle birlikte Suriye'yi kuşatan çember de daralmaya başladı.
cumhuriyet.com.trŞam’ın lüks semtlerinden birinde bulunan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin bahçesinde Şam Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü öğretim görevlisi Dr. Mehmet Yuva ile konuşuyoruz. Yuva ABD’de doktorasını yapmış bir akademisyen ve iki ülke arasındaki ilişkileri çok iyi biliyor. Dr. Yuva aynı zamanda merkezin Türkiye sorumlusu. 2002 yılında kurulan Türkiye-Suriye Dostluk Komitesi’nin de kurucularından olan Yuva, bu komitenin, bir dönem iki ülke arasında yaşanan olumlu havaya çok büyük katkısı olduğunu belirtiyor.
Yuva’nın, aslında konuyla ilgili herkesin bildiği bir belirlemesi var. “Şam” diyor Yuva, “tarih boyunca bir bölgesel güç olmamış, ama kimin bölgesel güç olacağını belirlemiştir”. Şam’la iyi geçinen ya da Şam üzerinde etkili olan devletler bölgede de çok etkili olabilmişler Yuva’ya göre. Bu nedenle bugün Suriye kaynaklı sorunlara kayıtsız kalmak mümkün değil. Yaşanan sorunların bu kadar “çok taraflı” oluşunun nedeni de bu.
Bu “çok taraflı” ülke belirlemesine katılmamak mümkün değil Yuva’nın. Rusya’yı, İran’ı, Irak’ı, Lübnan’ı hesaba katmadan Suriye’yi tek başına değerlendirmek yanıltıcı olur. Çünkü Suriye tüm bu ülkelerin politikalarında ciddi bir “omurga” işlevi görüyor. Irak’ın ABD işgaliyle birlikte bir bölünme sürecine girdiği, bu sürecin hızlandığı biliniyor. Bu konuda Suriye’nin aldığı tavır çok netti. İşgale başından beri karşı çıkmıştır. Her ne kadar resmi olarak dile getirmemiş hatta zaman zaman yalanlamış da olsa Suriye bugün hâlâ Iraklı işgal karşıtlarına desteğini sürdürüyor. Bugün karşılaştığı, ABD kaynaklı siyasi baskıların en önemli nedeni bu. 2004 yılında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın, Şam ziyaretinde Beşşar Esad’a ilettiği Amerikan taleplerini hatırlamakta yarar var. Powell, Suriye’den Irak işgaline karşı olumsuz tutum almamasını, işgale karşı olan direniş hareketine destek vermemesini, İsrail ile ilişkileri iyileştirmesini, Lübnan Hizbullahı’yla ilişkilerini askıya almasını, Suriye’de yaşayan yarım milyona yakın Filistinli mültecinin ülkelerine dönme haklarını uluslararası alanda sürekli dile getirmemesini, İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri konusunda uluslararası kamuoyunu devreye sokmadan ABD, İsrail ve Suriye arasında üçlü görüşmelerle sorunun çözülmesini kabul etmesini, Filistinli örgütlere Suriye’nin yardımıyla siyasi temsilcilikler açarak İsrail’i rahatsız etmekten kaçınmasını istemişti.
Bu, aslında tehdit anlamına da gelen “talepler” yığınını, siyaset konusunda pek de deneyimi olmayan (babası, Beşşar’ın bir trafik kazasında ölen ağabeyi Basil’i hazırlamıştı bu göreve) genç devlet başkanı tek kelimeyle reddetmişti: “Hayır.”
O günden beri Suriye, ABD başta olmak üzere İsrail ve Batılı devletlerin hedefi durumunda. Özellikle 2005 yılında Lübnan’da eski başbakan Refik Hariri’nin katledilmesinden Suriye sorumlu tutuldu ki, konuyu araştırmakla görevli gözlemcilerin bu konuda kesin bulgu elde etmedikleri biliniyor. Ertesi yıl, İsrail, birtakım gerekçelerle Lübnan’ı işgal etti. Suriye’nin yumuşak karnı olarak bilinen bu ülkenin işgali, Suriye’ye de bir gözdağı idi. İsrail ile tam 33 gün süren Hizbullah önderliğinde çok kanlı bir savaş yaşandı Lübnan’da.
Ancak, Suriye’ye yönelik kıskaç operasyonu, Arap Baharı olarak adlandırılan süreçle başladı.
Şu göz ardı edilmemeli. Suriye başından beri Irak işgaline karşı çıkmakla kalmamış, işgal nedeniyle yurtlarından uzaklaşmak zorunda kalan tam 2 milyon Iraklıyı da ülkesine kabul etmiştir. Yarım milyona yakın Filistinliyi daha önce kabul ettiği gibi. Bu nedenle Suriye meselesi sadece Suriye’yi ilgilendirmiyor. “Kavga”nın bu kadar “çok taraflı” olmasının nedeni bu.
Özgürlük için mi, yoksa...
Suriye’ye siyasi ve ekonomik baskı uygulayan ABD ve Batılı devletlerin bu baskıları, insan hakları ihlallerine ve özgürlük taleplerine dikkat çekmek için yaptığını söyleyenler biraz düşünmeli. Çünkü nedense Türkiye medyası dahil, tüm dünya medyasında, bu güçlerin bu kez petrol için Suriye’yle ilgilenmedikleri, zaten ülkede de petrol bulunmadığı, dolayısıyla ilginin insan haklarına ve özgürlüklere yönelik olduğu yazılıp duruyor. Bu propagandaya fazla kulak kabartılmasa iyi olur. Çünkü Suriye, kimilerinin söylediği gibi petrolden, doğalgazdan yana hiç de fakir bir ülke değil. Henüz işlenmemiş, ortaya çıkarılmamış, en az Irak’ınki kadar zengin rezervleri var. En son Humus yakınlarında büyük bir doğalgaz havzası keşfedildi. Bugün en yaygın ve kanlı silahlı çatışmaların da Humus’ta yaşanması rastlantı olabilir mi acaba?
Türkiye’nin derdi ne?
Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler 98 Adana Mutabakatı’nın ardından bir hayli gelişti. Özellikle, ABD’nin “önerisinin” tersine, Hafız Esad’ın cenazesine katılmak için dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye’ye gerçekleştirdiği ziyaret iki ülke ilişkilerinde bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor. Öyle ki, her iki ülkenin geçmişten ders çıkardıkları, hatta -kimi Suriyelilere göre- tek hükümete doğru gidilen bir süreç yaşadıkları, vizelerin kaldırıldığı, gümrüklerin sıfırlandığı, güvenlik alanında işbirliğinin geliştirildiği, hatta iki, ülke ordularının 2009 yılında, tarihlerinde ilk kez ortak tatbikat yaptıkları bir dönemdir bu. Ama İsrail ile ABD ve Batılı ülkelerin pek de hoşnut kalmadıkları bir dönem.
Suriyelilerin çoğu, İsrail ve Batılı ülkelerin, Türk hükümetine, ülkedeki lobileri ya da savunucuları aracılığıyla etki ettikleri yönünde bir kanıya sahipler. Arap Baharı süreci de kullanılarak Suriye’de sözüm ona insan haklarının ve özgürlüklerin geliştirilmesinde Türkiye’nin de etkili olmasının istendiğine inanan ciddi bir kesim var.
Aslında Erdoğan’ın Suriye ile ilişkilerinde samimi olduğuna, Beşşar Esad’la da bu nedenle çok yakın ilişkiler kurduğuna inananlar da var. Çünkü Erdoğan’ın kendisine biçtiği bir misyonu olduğu, Batı’yla yaşanan geleneksel ilişkilere rağmen Suriye ile de ilişkileri geliştirmek istediğine inanıyor bu kesimler. Öyle ki, Erdoğan’ın Arap Baharı’nın Batı’nın güdümünde olmadığına inandığını da söylüyorlar. Erdoğan’ın bu nedenle Osmanlı döneminde yakalanan “etkili” devlet olma fırsatını bir kez daha ele geçirmeye çalıştığı, ülkesini bölgede lider ülke yapmayı amaçladığı, bu nedenle Beşşar Esad’ın yanında olduğu kaydediliyor. Türkiye Başbakanı’nın bu yakınlıktan yola çıkarak Esad’a reformlar gerçekleştirmesi telkinlerinde bulunduğu da dile getiriliyor.
Ancak Suriye, Erdoğan’dan gelen önerilerin, aynı zamanda ABD ve Batılı ülkelerce de dile getirildiğini görünce, Türkiye’nin bu telkinleri kendi adına değil, ABD adına yaptığı inancına kapılıyor. Türkiye’den gelenlerin “bir ABD büyükelçisi gibi” konuştuklarını söyledi bana Enformasyon Bakanlığı’ndan üst düzey bir yetkili.
Suriyelilerin en çok altını çizdikleri konu, krizin başladığı andan beri Erdoğan’ın kendileriyle hiç temasa geçmemesi. Oysa, Türkiye’nin çok farklı bir rol oynayabileceğini, hem hükümet hem de muhalefet üzerinde etkili olabileceğini söylüyorlar. Krizin çok daha kolay çözülebileceği konusunda Türkiye’den beklentilerin bir hayli büyük olduğu anlaşılıyor.
Türkiye’nin doğrudan doğruya Suriye karşıtı bir konumda “taraf” olduğu inancı yaygın Suriye’de. Bunu, konuşma fırsatı bulduğum, Türkiye’ye sık sık geldiği için adının açıklanmasını istemeyen, bir Rus meslektaşımdan da duydum.
Arap gaz hattı projesine ne oldu?
Bir Arap gaz hattı projesi olduğunu hatırlayan var mıdır peki? Türkiye’yi de ilgilendiren önemli bir projeydi bu. Mısır, Sudan, Ürdün üzerinden Suriye’nin Humus bölgesine, oradan da Antep’e kadar uzanan bir dogalgaz hattı yapılacaktı. Bu proje uyarınca Güneydoğu Anadolu’nun en büyük gaz toplama rafinerileri burada inşa edilecekti. Hem Güneydoğu vilayetlerine doğalgaz sevkıyatı buradan yapılacak, Yumurtalık bölgesine aktarılacak olan doğalgaz, buradan da Avrupa pazarlarına sunulacaktı. Çıkarılan krizle bu proje de hayata geçirilemedi. Bunları dikkate almadan dış güçlerin Suriye’de sadece insan hakları ya da özgürlükler peşinde olduklarını iddia etmek pek gerçekçi değil. Kriz, başta Türkiye olmak üzere doğal kaynakların bölge ülkelerine adil dağıtılması yönünde, Batılı tekellere alternatif olacak bir projeyi de berhava etmiş oldu.
ABD Kürt kartını oynayacak
Suriye’deki krizin başlangıcından bu yana muhalafete de Esad rejimine de mesafeli duran Kürtler, Suriye Ulusal Konseyi’ne katılmayı kabul etmediler hiçbir zaman. ABD şimdi Kürtleri konsey’e katılmaları için ikna etmeye çalışıyor. Suriyeli Kürtlerden oluşan bir heyetin 8 Mayıs’ta Washington’da ABD’li yetkililerle görüştükleri biliniyor.
Erdoğan silahlı muhalifleri destekliyor
O kadar bölünmüş bir muhalefet var ki, Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil Arabi, aralarındaki birliği sağlayabilmek için tüm muhalifleri mayıs ortalarında gerçekleştirilecek Kahire’deki toplantıya çağırdı. Ama Batı medyasında muhalefet olarak sadece Suriye Ulusal Konseyi öne çıkarılıyor. Oysa, Suriye’de rejime muhalefet eden ancak silaha başvurmayan bir başka cephe daha var. Esad’la diyalog yoluyla anlaşma yanlısı, etkili bir kesim bu. Ancak Başbakan Erdoğan’ın, ABD ve diğer Batılı ülkelerin yaptığı gibi silahlı mücadele veren gruplara destek verdiği biliniyor. Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK), demokratik taleplerden çok rejimin mezhep tarafına sürekli dikkat çekmesi, rejime barışçıl yöntemlerle muhalefet edenleri de SUK’la karşı karşıya bırakmış durumda.