‘Şahnâmecilik’ten ‘Medya Tanıklığı’na

cumhuriyet.com.tr

Kimi medya patronları biraz ürkmüş göründüler son aylarda; kimi köşe yazarları da pişmanlık ifade eder oldular, sanki “günah” çıkardılar. Oysa bu ürküntü ve pişmanlık -tepki olarak- yıllar önce Türkiye Cumhuriyeti’nin (Batı kapitalizminin sendromlarına değinmeyeyim) laik rotasının kırılmaya başladığı günlerde, kararlı biçimde gösterilseydi bugünkü vahim konuma gelinmezdi.

Patronun özel ilgisine erişenler, onun terbiyeti sayesinde iyi mevkiler elde ederler, onun mürebbâlarından (yetiştirmelerinden) sayılırlardı. Yalnız sanatçılar için değil, genelde, Osmanlı patrimonyal toplumunda terbiyet, kulluk, intisab, sosyal ilişkilerin temeli olmuş, hem patron hem kul için gerekli bir sosyal bağ oluşturmuştur. Patron için şöhretini ve mevkiini yüceltmek, kul için hayatta kalmak, ilerlemek için bu bağlılık esastı. Bu patrimonyal prensip, patron-kul ilişkisi, Osmanlı Devletinin temel yapı ve menşeinde görülür... Patrimonyal devlette her türlü nimet ve mertebe, yalnız ve yalnız hükümdardan kaynaklandığı için, buna erişmek isteyen namzetler arasında kıyasıya bir rekabet, hased, entrika ve yaltakçılık egemendi ve toplumun ahlakını yahut ahlaksızlığını oluştururdu.

Güngörmüş tarihçimiz Halil İnalcıkın satırlarıdır yukarıda yansıttıklarım; Şair ve Patron kitabından (Doğu Batı Yayınları, 2003). Yaltaklanmanın ve birilerine yamanmanın kurumlaşmış biçimini dile getirmektedir. Himayesi altında bulunduğu kişinin (sultanın, sadrazamın, başka devlet büyüklerinin ve mal-mülk sahiplerinin) arzusuna göre, ona övgü dolu sözlerin süslediği eseri veren, şiiri yazan, onu göklere çıkaran, bundan dolayı da iltifat ve dirlik bekleyen sürecin yansımasıdır.

Böyle bir âlemde sultanın tebası olan Fuzuli dünyaya küsmüştür; feleğe, padişaha lanet yağdırmıştır; zorla toplanan paraların iane gibi dağıtılmasından, cennete (bihişte) rüşvet ile girmek isteyenlerden yakınmıştır:

Zulm ile akçalar

alub zâlim

Eyler inam halka

minnet ile

Cenneti almak

olmaz akça ile

Girmek olmaz bihişte

rüşvet ile

Bu satırlar yukarıda başlıkta yer alan şehnâmeye (şahnâmeye) veya benzer türdeki tarih edebiyatının günümüzde taklidini yapan medyaya, bir o kadar da böyle bir yazım ve sunum tarzıyla pohpohlanan iktidar sahiplerinin eleştirel tavır sergileyen kişi ve kuruluşlara karşı gösterdikleri tepkilere bir giriş mahiyetindedir; Şehnâme yolundan gitmeyenlerin, biat medyasının dışında kalanların, Osmanlıda kelleye mal olan veya sürgün ile sonuçlanan cezalandırılmaları gibi olmasa da, iktidar sahiplerinin gazabına uğrayanların, içinde yaşadığımız 21. yüzyılın öncü yıllarında örneği bol olan tavır ve yaptırımları anımsatma niyetindedir; geçen eylül ayı içinde yaşanan ve bir medya patronuyla hükümet patronu arasında gidip gelen atışmaların anımsattığı tarihsel sürecin adeta özetidir; günümüzdeki kopyasıdır.

Şehnâmecilik, Osmanlı İmparatorluğunda 1550lerde yerleşen, sürekli ve maaşlı bir görevlinin yaşadığı sürecin veya ona yakın dönemlerin olaylarını kayda alan bir memuriyetti; benzer amaçlarla ortaya çıkan vakanüvislikten aşağı yukarı 150 yıl önce kurulmuştu.

İnşa (nesir yazma) sanatının güzel örneklerinden sayılsalar bile, şehnâmecilerin amacı geçmişin ve yaşanılan çağın gerekli ve doğru kayıtlarını vermelerinden ziyade, sultanlar için güzel bir imge yaratmak olmuştur.

Ne de olsa sultan, şehnâmecinin patronuydu; kulunun boynu kıldan inceydi. Kimi şair ve bilge kişilerin kelleleri övgüde kusur ettiklerinden dolayı uçmamış mıydı?

Son zamanlarda tanık olduğumuz olayların kayda geçiriliş biçimlerini düşündüğümde geleceğin tarihçilerini düşlemeye çalışırım; kaynaklarının sağlamlığına nasıl inanacakları ve onlar üstüne ne tür yorum yapacaklarını tahmin etmeye çalışırım.

Böylece, mesleğimin geçmişinde doğruyu yanlıştan, sağlamı çürükten, içtenliği iftiradan, görevi dalkavukluktan kısacası tarihi tahriften ayırmada çektiği güçlüklere, gelecekte ne tür cambazlıklar içerecek olan karanlık, karmaşık ve tek yanlı söylemlerin ekleneceğini düşünür dururum.

Adının ne gerekçeyle konulduğunu bilemediğim, ancak bir cumhuriyet savcısı tarafından 600 yıllık geçmiş ile ilintilendirildiği bildirilen ve hükümete karşı bir darbe hazırladıkları ya da teröre bulaştıkları şüphesiyle tutuklananları içeren, lakin suçluların kim ve neden suçlu oldukları açıkça ilan edilmeden ortaya çıkan bir toz bulutunu ya da tasavvur edilen olaylartablosunu tarihçilerin nasıl bir elekten geçirebileceklerini sorar dururum kendi kendime.

Bu tablonun gerçek ya da bindirilmiş medya kıtalarınca yakıştırılmış bir süreç olduğunu geleceğin tarihçileri ortaya koymaya çalışacak tabii. İşte Türkiyede yaşanmakta olan böyle bir süreç bana Osmanlıdaki tarih ve güncel yazım biçimlerini hatırlattı bir kez daha.

Öte yandan, Almanyada din duygularının istismar edilerek toplanan paraların akıbetine ilişkin ve Deniz Feneri olarak ün salan, Alman mahkemesince cezalandırılan, merkezinin Türkiye olduğu iddia edilen bir yolsuzluk saptamasının çeşitli basın ve yayın organlarında yansımasının ve şu an işbaşında bulunan Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin takındığı tavrın, gelecek kuşaklarda nasıl yanılsamalar yaratabilecek bir medya borazancılığı ve siyaset polemikçiliği olabileceği beni düşündürmektedir.

Zor durumda kalan -daha doğrusu çıkarının gereği- gazeteci patronu ve ona kol gerenler, aynen şehnâmecinin sultanı övdüğü, imparatorluğun yüceliğini onun kişiliğinde simgelediği gibi iş görürler.

İşte böyle bir övgü, methiye, intisab beklentisi tehlikenin en büyük işaretidir. Tarafsız yazmaya çalışanları mı keşfedecektir tarihçi? Yaptıkları hataları görmeye çalışan yarı uyanmış medya sorumlularının bu yarı uyanmışlıklarını mı göz önünde tutacaktır; yoksa altı yıla yakın bir süredir devrede olan icraatın farkına varamadan iktidar övgüsü ile şehnâme yazmış olan medya tellallığının döktürdüğü sayfalara, seslendirdiği methiyelere mi inanacaktır? Medya yetkilileri derin derin düşünmelidir: İktidarın, hükümdarın nam-u-şanını yüceltmek için şehnâme yazmayı mı sürdürecektir gerçekten, yoksa gözlemlediği olayları yılmadan, çıkar gözetmeden yansıtmayı mı yeğleyecektir?

Burada vurgulanması gereken nokta, Osmanlı sultanının şehnâme beklentisi gibi, TC Hükümetinin başbakanlığını yapan, yürütmenin başında bulunan bir yetkili ve sorumlunun ağyara dokunan yayınlara karşı gösterdiği tepkidir; şehnâme dışındaki kitaplara ve sözlü değerlendirmelere karşı takındığı padişah tavrıdır.

Böyle bir tavra karşı gösterilen tepkilerin -gerek medya mensuplarının gerekse başka kuruluş sözcü ve yetkililerin silkinme çabalarının- biraz anlamlı olduğunu düşünmekle birlikte, bu tepkiyi gösterenlerin çok büyük bir çoğunluğunun altıncı yılına girecek olan bir iktidarın karşısında takındıkları tavırların ne denli munis ve Bana dokunmadığına göre bin yaşasınfelsefesinin sorumsuzlukları içinde olageldikleridir.

Padişah bir kez daha gürlemiştir 21. yüzyılın başlarında; sosyal devletin içi boşaltılma yolundadır; din alabildiğine istismar edilmektedir; fetvanın meselesi ve el-cevabı yüzyıllar öncesindeki yerinden kalkıp çağdaş hukukun içine nüfuz etme gayreti gösterme hevesini her fırsatta ifade eder olmuştur. Batıhiç bu kadar sıradan bir vatandaşın yaşamına etki eder duruma gelmemiştir eline geçirdiği modern kapitülasyonlarile; Türkiye Cumhuriyeti hiç bu kadar sarsıntıya açık bırakılmamıştır din sömürüsüyle, kültür kargaşasıyla, gelir dağılımının bu denli çarpıklığıyla.

Kimi medya patronları biraz ürkmüş göründüler son aylarda; kimi köşe yazarları da pişmanlık ifade eder oldular, sanki günahçıkardılar.

Oysa bu ürküntü ve pişmanlık -tepki olarak- yıllar önce Türkiye Cumhuriyetinin (Batı kapitalizminin sendromlarına değinmeyeyim) laik rotasının kırılmaya başladığı günlerde, kararlı biçimde gösterilseydi bugünkü vahim konuma gelinmezdi. Halil İnalcıkın sözleri boş değil; Osmanlıyı özleyenler için hiç değil.

Salih Özbaran Emekli Tarih Profesörü