72. Cannes Film Festivali’nden notlar (21.05.2019)

Dardenne kardeşler, ‘Genç Ahmed’ (Le Jeune Ahmed) filminde köktenci İslamın genç beyinlere sızmasının yarattığı tahribatı sorguluyorlar.

Mehmet Basutçu

Ahmed 13 yaşında, dış görünümüyle sakin, ciddi bir çocuk. Kararlı davranışlarıyla dikkati çeken zeki bir öğrenci. Belçika’ya yerleşmiş Arap kökenli bir ailenin küçük oğlu... Gencecik beyninde çöreklenen İslami fanatizm, evindeki laik Müslüman aile ortamına ters düşse de, mahalle imamının radikal söylemlerinin etkisiyle yayılıp, yavaş yavaş derinleşmekte...

Alnı her gün secdeye değen, her fırsatta Kuran okuyan, internet sitelerindeki İslamcı söylevleri dinleyen Ahmed, kendisine çok emeği geçmiş olan, üstelik Arap kökenli öğretmeni İnès’in elini, kadın olduğu için sıkmamaya karar vermiştir artık. İslami yaptırımları, kendisine öğretilen katı çerçeve içinde, harfiyen yerine getirmeye kararlıdır...

‘İnanç’ duvarı...

Bir gün, öğrencilerinin Arapçayı sadece Kuran okuyarak değil, günlük yaşamda kullanıldığı biçimiyle de öğrenmelerinin önemini vurgulayan İnès, okulda özel Arapça dersleri programlamayı teklif edince, radikal Müslüman çevrelerin hışmına uğrar. Camideki Kuran kurslarının etkinliğini yitirmesini istemeyen imam, kadın öğretmenin Yahudi sevgilisi olduğu türden söylentiler yayarak karşı propaganda başlatır. İnancı bütün Ahmed, günahkârların ve dinsizlerin öldürülmesi vaciptir söylemini kararlılıkla içselleştirmiştir. Öğretmeni İnès’i öldürmeye teşebbüs edince, özel bir ıslah- evine gönderilir. Özgürlükleri kısıtlanmamıştır; olabildiğince normal yaşam koşulları içinde, psikolog ve eğitmenlerin yardımıyla, beynine sızan köktenci görüşlerin içerdiği tehlikelerin bilincine varmasına çalışılır. Gündüzleri eğitimi sürer. Zaman zaman günübirliğine bir çiftlikte çalışmaya götürülür. Kendisine son derece yakın, sıcak davranan çiftlik sahiplerinin ergenlik çağındaki güzel kızlarıyla arasında doğan yakınlık bile “inanç” duvarını aşamaz. Kızı öpebilmesi için, önce Müslümanlığı kabul etmesi gerektiğini söyler Ahmed... Yavaş yavaş değişiyor, fanatizmin karanlık tuzaklarından kurtuluyor gibi gözükse de, içindeki canavar temelde diridir. İlk fırsatta başladığı işi tamamlamak, İnès’i cehenneme göndermek için, sakin sakin planlar yapar, fırsat kollar...

Çaresizlik

İçinde yaşadıkları toplumun güncel sorunlarını, omuzladıkları kamerayla yakın takibe alan Jean-Pierre (1951) ve Luc (1954) Dardenne, özellikle gençlerin yaşam savaşını belgesel nitelikli bir yaklaşımla gözlemlerken, gerçekçi olmayan mutlu sonlar aramaktan özenle kaçınmışlardır hep. Yine de, kendilerine iki Altın Palmiye kazandıran “Rosetta” (1999) ve “Çocuk” (L’Enfant, 2005) örneklerinde olduğu gibi, tüm enerjileriyle direnerek yaşam savaşı veren ana karakterleri, içinde debelendikleri zor koşullara ve büyük haksızlıklara karşın bir çözüm yolu bulma umudunu hiç yitirmemişlerdi... Dardenne kardeşler bu kez koyu umutsuzluk içindeler diyemesek de çaresiz kaldıkları, gerçekçi çözüm yolları bulmakta çok zorlandıkları ortada. Dürüst sanatçı kimliğinin, aydın sorumluluğun getirdiği alacakaranlık noktadalar. Çünkü, Avrupa ülkelerinin içinde bocaladıkları durum bu. Bir yanda aşırı sağ hareketin körüklediği yabancı düşmanlığı ve ırkçılık. Öte yanda, terör korkusunu besleyen radikal İslamın çanak tuttuğu İslam karşıtlığı... Ve en korkuncu, geleceğin terörünü hazırlamak için genç beyinleri fethetme planı karşısındaki çaresizlik...

Genç Ahmed’in yüreğini saran kin nasıl dindirilecek? Öldürme kararlılığı gerisindeki fanatik çerçeve nasıl kırılacak? Genç ruhunun kapıları, özgürce yaşamaya ve yaşatma duygusuna nasıl açılacak?
Yanıtlarını aradıkları bu önemli soruları sormakla yetinen Dardenne’ler, duru sinema dillerinin etkinliği yanında, gereksiz ayrıntılara girmeyen çarpıcı mizansen becerileriyle de, Ken Loach gibi üçüncü kez Altın Palmiye alacak düzeydeler.

Artık bu tür politik sinema örnekleri yetti demek hakkımız var belki ama, temelde bu tür filmler yapmanın neden giderek kaçınılmaz olduğu sorusu da çok önemli...