2011'de Ortadoğu'yu Düşünürken

cumhuriyet.com.tr

Türkiye’nin yeni Ortadoğu’ya bir “rol modeli” olup olamayacağı üç düzlemde tartışılmalıdır: İdeolojik, siyasal ve ekonomik. Müslüman Kardeşler ekseninde bir İslam devletinin ideolojisi konusunda Arap Ortadoğusu’nun düşünsel birikimi, Türkiye’dekini fazlasıyla aşar.

1. Ocak 2011’de Tunus’ta başlayan ve zincirleme etkileri kısa sürede tüm Arap Ortaoğusu’na yayılan ayaklanma ve çatışmalar iki ana kategoride tipleştirilebilir. İçinde Mısır ve Tunus’un yer aldığı birinci kategoride çeşitli toplumsal sınıf ve katmanlar, ülkelerindeki baskıcı rejime esas itibarıyla “spontane” ve barışçıl yığınsal eylemlerle tepki göstermişler, yönetim aczine düşen rejimi devirmeyi başarmışlardır.

Eski rejimin güvenlik güçleri, başlangıçta bu eylemleri zor kullanarak önlemeye çalışmış, ancak ölçüsüz şiddet ve kıyıcılıktan kaçınmıştır.

Eylemciler dış ülkelerden destek ve müdahale talebinde bulunmamışlardır.

2. İkinci kategoride yer alan Libya ve Suriye’de silahlı gruplar, mevcut rejimlere karşı silaha başvurarak ayaklanmış ve ayaklanmalarına dış destek aramışlardır. Bu ülkelerdeki iktidara el koyma mücadelesi, ara sıra yığınsal gösteriler sergilenmiş de olsa, halk sınıf ve katmanlarının barışçıl eylemleri olarak nitelenemez. Eski rejimin güvenlik aygıtları, üst düzeyde şiddet kullanarak ayaklanmaları bastırmaya çalışmıştır.

3. Yedi ay sonra anılan ülkelerdeki durum şöyle özetlenebilir: Mısır ve Tunus’ta eski rejimin despotları devrilmiş, ama bu ülkelerdeki demokratik güçler, böyle bir başlangıcı gerçek bir toplumsal devrime ulaştıracak örgütlülük ve kararlılıktan uzak kalmışlardır.

Libya, 41 yıllık diktatörlüğü, varlığını emperyalizme borçlu ve onun yönlendirmesine bağlı bir rejimle değiştirmek üzeredir. Suriye’de eski rejimin orta dönemde ayakta kalamayacağı sezilmektedir; bu ülkedeki isyancılar ve onların ardındaki muhalefet belirli bir siyasal programla ortaya çıkamamıştır.

4. Arap halklarının yoksul, işsiz ve güvencesiz kesimlerinin (özellikle Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi) yığınsal eylemlerle açığa çıkan siyasal enerjisi, küçümsenemeyecek bir tarihsel önem taşımaktadır.

Ancak Ortadoğu’da kimi despotların devrilmiş (ve devrilecek) olması ve parlamenter demokrasiye doğru adımların atılması, yığınları özgürleştirecek ve emekçi sınıf hareketine yeni ufuklar açacak bir gelişme olmaktan çok, Ortadoğu’nun kapitalist dünya ekonomisine eklemlenmesinde yeni (ve eskisi gibi bağımlı) bir aşama olmaya adaydır.

5. Mısır, Tunus ve Libya’da eski rejimlerin çökmesi, Suriye’de ise çok yıpranması, bu ülkelerde iyi örgütlenmiş bulunan İslamcı siyasal grupları (özellikle Müslüman Kardeşler hareketini) bir iktidar alternatifi veya ortağı durumuna getirmiştir. Piyasa ekonomisine özde hiçbir karşıtlıkları olmayan bu grup ve hareketlerin iktidara ulaştıklarında ülkelerini kapitalist dünya ekonomisi ile neoliberal anlayış temelinde eklemlemeleri önündeki tek ciddi engel, İsrail’in barış için taviz vermeye direnen tutumudur.

Batılı ülkelerin yaklaşımı

Öte yandan Batılı ülkeler ve özellikle ABD, 2003 Irak savaşı sonrasında Ortadoğu’daki despotik rejimler yerine, temsili niteliği yüksek yönetimlerle işbirliğinin uzun dönemde daha geçerli ve kalıcı olacağı düşüncesine yaklaşmıştır. 2009 ve sonrasında Obama’nın terörle arasına mesafe koyduğu ve İsrail’in varlığını reddetmediği sürece İslam ile çatışmayacağını ima eden açılımları bu anlayışın ürünüdür.

İki taraflı yakınlaşma, Arap-İsrail barış müzakerelerinde mesafe alınması ve Arap halklarının “bir şeyler kazanmakta oldukları”na ikna edilmesiyle bir uzlaşmaya yönelebilir. Aksi takdirde sonuç, Ortadoğu’da kaos ve askeri çatışmalara da varabilecek gerginlikler olacaktır.

6. Kapsamlı bir Arap-İsrail barışına ulaşılsın ya da ulaşılmasın, orta dönemde İslamcı hareketlerin yükselmesi, Yıldızoğlu’nun işaret ettiği gibi, Ortadoğu’da Müslüman Kardeşler ekseninde bir Sünni İslam bölgesini şekillendirecektir (bkz. Cumhuriyet, 2 Mayıs 2011). Bu oluşumun önündeki ilk engel (İslamcı terör), El Kaide’nin marjinalleşmesi ile aşılmaktadır. İkinci engel, Selefi / Vahabi İslam anlayışına uzak durmayan Arap Sünni İslamının çağdışı Suudi Krallığı’nı giderek dönüştürmesi ile aşılabilecektir. Üçüncü engel olan (Şii) İran İslam devleti ise, görünebilir gelecekte, Ortadoğu güç dengelerinin hesaba katılması gerekli değişkenlerinden biri olarak kalacaktır.

7. Müslüman Kardeşler eksenindeki Sünni İslamın ideolojik öncüllerinden eksiksiz düşünce ve inanç özgürlüğünü içeren, etnik azınlıkların haklarına saygılı, kadını özgürleştiren ve emeğin tarihsel kazanımlarını koruyarak geliştiren çağdaş bir demokrasinin yeşermesini olası görmüyoruz.

2011’de Mısır’daki gelişmelerden açıkça izlendiği gibi, bu akımın demokrasi anlayışı kendi örgütlenmesi, propagandası ve iktidara yürüyüşü önündeki engelleri aşmak ile sınırlıdır.

8. Türkiye’nin yeni Ortadoğu’ya bir “rol modeli” olup olamayacağı üç düzlemde tartışılmalıdır: İdeolojik, siyasal ve ekonomik. Müslüman Kardeşler ekseninde bir İslam devletinin ideolojisi konusunda Arap Ortadoğusu’nun düşünsel birikimi, Türkiye’dekini fazlasıyla aşar. Siyasal düzlemde Müslüman Kardeşler ve yandaşı hareketler AKP’nin son on yılda içte ve dışta kendisini meşrulaştırma, siyasal ve toplumsal muhalefeti etkisizleştirme taktiklerinden bir şeyler öğrenebilirler; ancak toplumda dinsel duyarlılıklar temelinde örgütlenme ve bu temelde siyasal ve ekonomik güç kazanma pratiği açısından öğrenecekleri bir şey yoktur.

Tam tersine, Türkiye’de AKP ve cemaat örgütlenmeleri, Müslüman Kardeşler deneyiminden çok şey öğrenmiş ve uygulamışlardır.

Salt ekonomik düzlemde, ülkelerin uluslararası ekonomiye ticaret ve sermaye akımları yoluyla eklemlenme örüntüsünün gelişmişlik düzeyi ile ilişkili olduğunu hatırda tutmak gerekir. Dolayısıyle Arap Ortadoğusu, Türkiye’nin son otuz yıldaki deneyimini birebir izleyemez; ancak Arap sermayesi neoliberal modelin kendisine sunduğu fırsatlardan yararlanabilir.

9. Üzerinde önemle durulması gereken bir başka husus, Ortadoğu’nun siyasal yeniden yapılanmasında AKP’nin oynamaya çalıştığı roldür. Bu rol, tümüyle fırsatçılığa, bazan da “durumdan vazife çıkarma” anlayışına dayanmaktadır. (Örneğin Gül’ün 2011’deki Kahire ziyareti, Gül, Erdoğan ve Davutoğlu’nun Libya ve Suriye liderlerine “itidal” tavsiyeleri, Davutoğlu’nun Libya Temas Grubu’ndaki etkinliği ve Libya isyancıları ile temasları, Türkiye’nin Suriye muhalefetinin yeni rejim arayışlarına ev sahipliği yapması vb.) “İnsan haklarına saygı” ise fırsatçılığı örtmekte kullanılan içi boş bir söylemden öteye geçmemektedir.

‘Türkiye’nin önderliği’

İlkesiz ve fırsatçı politikaların (Libya ve Suriye ile ilişkiler bağlamında sık sık yaşandığı gibi) çelişkiler yaratması olağandır. İşin ironik yanı, Müslüman Kardeşler ekseninde oluşabilecek Sünni İslam bölgesinde AKP liderlerinin çok heveslendiği “Türkiye’nin önderliği”ne ihtiyaç kalmayacak olmasıdır.

10. Son olarak, BM Güvenlik Konseyi’nin 1674 (2006) sayılı kararı bağlamında uluslararası hukuka yerleştirilmeye çalışılan “koruma sorumluluğu” kavramına değinilmelidir. Bu kavram, Libya’ya NATO müdahalesini meşrulaştırmak için kullanılmıştır; Suriye için de çeşitli yaptırımların (ve belki de nihai bir askeri müdahalenin) gerekçesi olarak kullanılmak istenmektedir.

Liberal görüşü savunanlar, insan haklarına saygının artık uluslararası bir yükümlülük haline geldiğini ileri sürebilirler. Ne var ki, bu tür gerekçelerin (Libya örneğindeki gibi) emperyalist müdahaleler için bir bahane olarak kullanılmayacağı garanti edilemez. Değişik bir uluslararası konjonktürde aynı gerekçeler Türkiye’nin de önüne konulabilecektir.

Oktar TÜREL ODTÜ İktisat Bölümü Emekli Öğretim Üyesi