20 bininci günde uyanınca… (26.09.2014)
Nick Cave belgeseli ‘Dünyada 20.000 Gün’, İstanbul Festivali’nde FIPRESCI, Sundance Festivali’nde de En İyi Yönetmen ve Kurgu ödüllerini kazanmıştı.
Sungu Çapan/Cumhuriyetİşte geçen hafta gösterime giren, ünlü Rock şarkıcısı, müzisyen, şarkı sözü ve roman yazarı, senarist ve oyuncu, 1957 Warracknabeal-Avustralya doğumlu Nicholas Edward Cave’i konu edinen, 2014 İngiltere yapımı “20.000 Days on Earth- Dünyada 20.000 Gün” belgeseli adını buradan alıyor.
Engin bir müzik vizyonuna sahip, 57 yaşındaki efsanevi Rock- Post Punk şarkıcı, Nick Cave’in yirmi bininci gününün sabahına uyanmasıyla başlayan“Dünyada 20.000 Gün”, alışılagelmiş, beylik bir Rock Star biyografisinden çok, şimdiye dek çekilmiş müzik belgesellerinden ayrılan, farklı bir kavramsal yaklaşımın ürünü olarak kurmacayla belgesel türleri arasında gidip gelen, ayrıksı bir film.
Meraklısını Cave’in yarım yüzyılı aşkın yaşamına, 40 yılı devirmiş müzik geçmişine ve belleğinin derinliklerine daldırarak ilginç bir müzikal yolculuğa davet eden, çeşitli anı, duygu, tutku ve travmalarla örülü, belgeselle kurmaca (ve yer yer de doğaçlama) melezi, neredeyse üstadın kalp atışlarını hissettiğimiz, benzersiz bir filmle karşı karşıyayız baştan belirtmek gerekirse.
Senaryosunu Cave’le birlikte yazan Iain Forsythe-Jane Pollard çiftinin yönettiği, çoğunlukla şarkıcının nicedir yaşamayı yeğlediği, İngiltere’nin sürekli yağmur alan kıyı kenti Brighton’daki evinde, şarkı provalarında, sahnede, “Kötü Tohum”lu grup arkadaşlarıyla ya da birlikte düet yaptığı, fettan şarkıcıKylie Minogue, Ray Winstone gibi ünlü dostlarıyla sohbet ettiği otomobilinde geçen filmde, başrolü bizzat üstlenmiş Cave’in ağzından, birinci tekil şahıs anlatımıyla şarkıcının, Avustralya kırsalındaki harika ve haşarı çocukluk günlerinden kadın giysileriyle dolaştığı ergenliğine, hüzünlü bir gerilim içeren müziğinden yazarlığına ve bugünkü durumuna değin süregelen, dört kol çengi birikimi ve donanımına odaklanarak, sanatsal yaratımına ilişkin kimi düşüncelerini izliyor, ona Nabokov’un “Lolita”nın ilk bölümünü okuyan, İngiliz dili ve edebiyatı öğretmeni babasıyla ilişkilerini, ilk seks deneyimini, filan öğreniyoruz 95 dakika boyunca.
Yiyen, içen, uyuyan, irili ufaklı fotoğraflarla afişlerle dopdolu çalışma odasında daktiloyla yazan, şarkı çalışan, beste yapan, ikiz çocuklarıyla pizza yiyip oynayarak TV izleyen, karısı Susie’ye (her koca gibi) ufak tefek eziyetler eden, ruh hekimine samimiyetle içini döken, en çok da belleğini yitirmekten korkan, yaşlanmayı pek dert etmeyen, damarlarına habire eroin zerk ettiği, “junkie” yıllarındaysa acayip dine bağlanmış Cave’in hayallerle gerçeklerin kesiştiği performanslarıyla bezeli filmdeki o enerjisine ve elektriğine kapılmamak ne mümkün?
Şu günleri sayılı hayatımızı ve dünyayı değiştirmenin yolunun küçücük fikirlerden geçtiğini de bilgece vurgulayan Cave’in düşünce akışı ve iç ses anlatımıyla şekillenmiş filmin müzikleri de Cave’le Warren Ellis’e ait.
Şarkı sözlerinin anlamı, dinleyenin ruhunda yakıcı izler bırakan o kendine özgü sesiyle de çok iyi örtüşen Cave’in sonuçta çok etkileyici bir portresini çizen “Dünyada 20.000 Gün”, derdini baştan sona geçirdiği seyircisini de şu ölümlü dünyadaki yaşamımızı nasıl değerlendirdiğimiz konusunda düşündürmeye gark eden, esin verici, kaçırılmayacak nitelikte bir film özetle.
Herkesin kendinden sıkılıp günün birinde bir başkasına dönüşmek istediği saptamasını da yapan Cave’in bilinen yaşamından çok yaratıcı kimliğini perdeye yansıtmayı amaçlayan “Dünyada 20.000 Gün”ü öncelikle hayranlarına salık veriyoruz.
Kısacası Nick Cave'in 1957’nin 22 Eylülü’ndeki doğumundan günümüze, yaşadığı binlerce günün 1.5 saatlik, serbest çağrışımlı, son derece ilginç ve esinlendirici bir kolajını, hem de üstadın iç sesiyle karşımıza getiren bu benzersiz film beylik deyişle kaçmaz!