'1968, bir Rönesans'

Kırkıncı yılını yaşamakta olduğumuz '68 hareketi', bu yıl yirmi yedincisi düzenlenen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı'nın ana temasını oluşturuyor. Fuarın onur konuğu ise Füruzan! 47'liler romanıyla 12 Mart'ı yaşayan '68'li genç kuşağı anlatan Füruzan, o döneme dair tanıklığın Türk edebiyatındaki en yetkin adlarından hiç kuşkusuz.

cumhuriyet.com.tr

Özellikle öykücülüğümüzün katettiği mesafenin temel taşlarından biri Füruzan. Fuar süresince Füruzan'la ilgili konuşma ve söyleşiler gerçekleştirilecek. Kitapseverler bunları izleyebilirler ama biz bir ön hazırlık olarak Füruzan'la yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz sizlere.

Sizinle son söyleşimizden bu yana iki yıl geçti. O söyleşimize, 'Edebiyatın gücü sevgiden boy verir' başlığını koymuştuk. Geçen süre, sevginin yitip gittiği yıllar oldu. Duygusuzlaştığımız, ümitsizleştiğimiz yıllar' Edebiyat da haliyle gücünü yitiriyor mu, ne dersiniz? Ya da başkalaşımlara doğru yönelmeler mi gösteriyor?

- 'Yaratmanız gereken yirmi birinci yüzyılın insanıdır. Bu hâlâ öznel ve tasarlanmamış bir arzu olsa bile, çabamızın temel hedeflerinden biri tam tamına gelecek yüz yılın insanıdır' der Che Guevara. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında dünyayı şaşırtan Küba devriminin ikinci savaşçısı ya da omuz omuza aynı hizada duran Fidel'le iki birinciden biri Che Guevara, yirmi birinci yüz yılı hangi düşüncelerle tartışıyordu? Oysa yirmi birinci yüz yılın insanı neredeyse tek boyutlu, güdülmeye gönüllü bir dönüşüme uğradı. Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla 1990'larda dünyanın 'özgürlük' algısı sanki kökten biçildi. Yirmi birinci yüz yıla kısa bir süre kala inançlar heveslerle yer değiştirmeye başladı. Eşitlik söylemleriyse 'önce ben'den 'ilk ben olmalıyım'a geçti. Anamalcı toplumların kralı sayılan ABD, alanını öylesine genişletmeye başladı ki, kitleler gözüne ışık tutulmuş tavşanlar gibi kalakaldılar. Sevginin, dayanışmanın anamalcı toplumlardaki söylemini biliyoruz: 'Para yoksa hiçbir şey yoktur.' Fakat öyle böyle bir para değil bu. Haftada en az iki kez, alışverişin kutsanan mabetlerini ziyaret gerekmektedir. Kişileri alışverişle yatıştırıp mutlandırmaya bu paralar yetebilmeli. Bu tüketim değişimi 'küreselleşme' kavramıyla alabildiğine hız kazandı. Küreselleşme sözcük olarak başta ürkütücü değildi. O büyük ütopya gerçekleşecek, sınırlar kalkacak, tek bir dünyanın kardeşliği mi yaşanacaktı? Ne safihane, hatta salakça yorumlar bunlar! Daha neler canım!.. Sizi kimlerin küreselleştirdiğini anlayıp aydığınızda tüketme sayrısına tutulmuş bir pazar nesnesi olarak kullanılmakta olduğunuzun ayrımında bile olamayabilirdiniz, olmadınız da. Arthur Miller'ın bir oyununda karakterlerden biri, 'Amerika'da alışveriş merkezleri bir süre kapatılırsa, kalabalıklar delirebilir' der. Şimdi işte işin tam burasında, hedefin nişan noktasında durmaktayız. Artık bir oyalanma toplumuna dönüşmekteyiz. Oyalanmanın önlenemez çekiciliği kalabalıkları ele geçirmiş durumda. Soralım: Sevgi nerede barınacak; bunca ucuz ilgilerin kendini göstermek, görünmek telaşının yavan esprisinde mi? Kodlanmış özenmelerin aşk mektupları ne, hangi derinlikte olabilir ki? Her şey değişir, evet; fakat, durma, olumluya, iyiye doğru değil.
 

İletişimin ecesi 'yalan'dır artık

Çağımız bilgi çağı, öyle mi? Hangi bilgiler hangi kişileri ilgilendiriyor? Üstelik ne kadar doğru? İletişimin ecesi 'yalan'dır artık! Sevgi olanca kırılganlığıyla yalanların içinde nasıl barınabilir ki? Bunca değişim, sanatların tümünü elbette etkileyecektir. Anlatıcının odağına aldığı insanı anlatma yeteneği zayıflamadıkça edebiyat da gücünü yitirmez, yitirmeyecektir. Önce söz vardı. Söz yazı olduğunda tarih olağanüstü bir devinim kazandı. Söz ve yazı biterse, zaten ortada bellek diye bir şey de kalmaz.

Edebiyatın gücünü hep dik tutmasına TÜYAP'ın düzenlediği gibi kitap fuarları vesile oluyor. Siz de bu sene fuarın onur yazarısınız. Neler söylemek istersiniz?

- Ben sanata, edebiyata dikkat çekmeyi amaçlayan bu tür fuarların çok önemli olduğunu biliyorum. Geçtiğimiz yıllarda Frankfurt Kitap Fuarı'na çağrılıydım. Evet, orası bizim TÜYAP Kitap Fuarları içeriğinde değilse de, dünyada kitabın ne denli önemli olduğunu her ziyaretçiye güçlü bir vurguyla kanıtlıyor. Bir ticari fuar olmasına karşın, sergilediği metanın kitap oluşu öylesine güzelleştiriyor ki orayı! TÜYAP Kitap Fuarları da ülkenin koşulları içinde hiç de küçümsenemez bir öneme sahip. Yılda bir kez kitap bayramına topluyor her yaşta okuru. Günümüzün giderek sıradanlaşan hayatından çıkıp bu güzel bayrama katılıyor onlar da. Böyle bir etkinliğin onur yazarı seçilmem elbette sevindiricidir.

 

Yaşlaşan dünya

Bu yıl TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı'nın ana teması 'Mayıs 68'. Kırkıncı yılı kutlanıyor, tüm dünyada etkisini gösteren '68 hareketi'nin. Bu tema içinde Füruzan kendini nereye koyar?

- Evet, işte bir onurlanma nedeni daha bir yazar için. '68'in kırkıncı yılında onur yazarı olmam, bu seçilişimi daha da önemli kılıyor. '68'in diriliğini yaşamış biri olarak sonradan bastıran acılara, ölümlere, tutuklamalara, işkencelere karşın o yıllar tüm dünyanın gençlik zamanıydı. Dünya ondan sonra giderek, hızla yaşlandı. Hırslı, haiz, obur bir ihtiyar olarak girdi yirmi birinci yüz yıla. Dünya derken, elbette toplumları, siyasileri vurguluyorum. Onlar somut anlamıyla üstündeki canlıları da, has toprağın benzersiz örtülerini de, iklimleri de bu gözü dönmüş ihtiyarlar ordusu tüketmekteler. O gidinin savaş tüccarları!..

Peki genel bir açıdan bakarsak, 'Türkiye ve 68 ilişkisi'ni nasıl irdelersiniz? Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de '68 hareketi epey etki göstermişti'

-Türkiye'nin '68'le ilişkisi yakın tarihimizin sivil sayfalarında kara bir nokta gibi durmaktadır. Canları ipe göndermekle, ilerici aydınları tutuklayıp işkence etmekle, sokağa çıkma yasaklarının üşütücü geceleriyle korkunun ayak seslerinin kentlerimizi kapladığı yıllarla bu resimler grilerle karalardan ibaret. Kötücül yıllardı. Üç gencin bitirilen ömürlerine selam yollayan şair Can Yücel'in dizeleri ne zaman anımsasam içimi yakar: 'Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun'' İşte Türkiye'yi o yılları yönetenler ve sonra da yönetmekte olanlara sık sık okunacak bir şiir. '68 kanımca, tüm dünyada bir Rönesans olarak yaşandı. Bu tarih, dünya gençlerinin ortak tarihi oldu. Bu slogan da o tarihin ilk satırı: 'Devrim, hemen şimdi!'

 

Duyarlılık körelmesi

Siz de döneme damgasını vuran, 12 Mart'ı yaşayan, 68'li genç kuşağı anlattınız, 47'liler adını verdiğiniz romanınızda. Yazılış yıllarına gidelim isterseniz bu romanın' Nerelerden beslendi, nasıl yol adlı 47'liler?

- '68'liler dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de anti militarizm, anti emperyalizm, eşitlik, eğitimde fırsat tanınması, savaş karşıtlığı ana başlıklarıyla gelişti. İnsana yakışan bu bildiriler her yerde çınlıyordu. Üniversite öğrencileri, bazı öğretim üyeleri, aydınlar katılmıştı bu çıkışlara. Bence gençliğin evrensel dayanışmasının unutulmaz günleriydi. Dünya halklarının kardeşliği söylemlerini savaş karşıtlarının Vietnam'daki işgalci Amerikan ordusuna (Amerikalı öğrenciler de dahil), ciddi protestoları vardı. Paris'teki Mayıs yürüyüşlerinin ön saflarında Jean Paul Sartre vardı. Özgürlüğün çok yanımızda olduğu duygusunun yaşandığı günlerdeydik. Sonra her noktada karşı çıkanları devrimden, sosyalizmden söz edenleri yıldırma, tutuklama, yargılama, işkence günleri geldi. Eski dünya bu gemlenemeyen ataklığı yok etme zamanının geldiğine karar vermişti. Cinayetler, evlerden götürülmeler başladı. Ben bunların içindeydim, tanıklığını yaparak yaşadım o yılları. En yakınım işkence gördü, arkadaşlarım da. 47'liler işte böylesi bir zamanda yazıldı.

 

Bundan otuz yıl önce '68'li olmakla, şimdilerde 68'li olmak arasında ne gibi bağlantılar buluyorsunuz?

- O günleri yaşamışsanız kesin bir değişim geçirirsiniz, bu kaçınılmazdır. Elbette duyarlılık körelmesine uğramamışsanız! Günümüze gelindiğinde kimileri yaşananları bir gençlik heyecanına bile bağlıyabiliyor, daha neler! 1968, ideolojisi olan siyasi bir hareketti!

 

68'liler - 78'liler tartışmaları

Şimdilerde belli bir kesimden oluşan '78 kuşağı temsilcileri, '68'lileri sıkça eleştirir hale geldi. Bunu siz de hissediyor musunuz? O yıllar dayanışma içinde olan topluluklar, şimdilerde gruplaşmaya başladı ve sürekli birbirleriyle çatışır hale geldiler. '78'liler neden karşı çıkıyorlar '68'lilerin söylemlerine?

- '78'lilerin eleştirisindeki en geniş bağlamda ana noktayı ulusalcılık oluşturuyor. Bunun anlamı, sanırım '68'lilerin anti emperyalist çıkışları, 'Türkiye' demeleri. Elbette bu içerikle yapacaklardı protestolarını, 'Tam Bağımsız Türkiye' diye. Ulusalcılık, milliyetçilik sözcükleri Türkçemizde aynı anlamı taşıyor olsalar da, kavramlaşarak iki ayrı anlamda içerikler edindiler. Kimi benzer sözcüklerin vurguladığı anlamlar başkalaşabilir. Bu da dilin hallerindendir, dikkat edilmeli. Üçüncü, dördüncü, beşinci vb bölünmelere gelince' Bu tartışmalarda '68'lileri suçlama niteliği taşıyanlar var ise bu kabul edilemez. Teoride ciddi açılımlar getirilirse, bunlar kitaplaşabilirse, ancak bu bir kazanım olabilir. Böylece de karşıtlar arasında zengin bir tartışma zemini oluşturabilir.

O yıllar, pek çok konu romanlarda, öykülerde ve şiirlerde işlenirdi. Bakınız 68 üzerine ne çok yazıldı, çizildi' İşte ondan sonra bir dara düştü Türk edebiyatı. Sizi takip eden kuşak hâlâ doğru düzgün metinlerine aktaramadılar dönemin getirdiklerini. Bu kısırlığı neye bağlıyorsunuz?

- Evet, 12 Mart dönemiyle ilgili edebiyat çalışmaları değişik türlerde yerini aldı. 12 Eylül'e gelince' Onu da konu alan bazı çalışmalar olsa da yaygın bir etki alanı yaratamadı sanırım. Fakat bu, belli bir tarihte ülkemize vurup geçmiş ağır yılların çalışmaları kimi durumlarda sonra da ortaya çıkabilir. Acaba şu olabilir mi: 12 Eylül'ün bir anlamda suskunlukla geçiştirilmesinde 12 Mart'ın ağır baskısının, ölümlerin, idamların, işkencelerin verdiği gözdağı etkili midir? Bilemiyorum, benim açımdan yorumlanması güç, kesinlikle birçok nedeni vardır, biri de benim değindiğimdir sanırım.

Geçen şubat ayında İzmir'de düzenlenen öykü günlerinin onur yazarıydınız. Oradaki etkinliklerin birinde eleştirmenin yokluğu üzerine bir tartışma yapıldı ve siz, günümüzde eleştirmen yetişmediği, Türkiye'nin artık karizmatik eleştirmenini beklememesi gerektiği gibi tartışmalara karşı çıktınız! Bunu biraz açıklar mısınız? Söyleşimizin başından bu yana konuştuklarımızı, tüm edebiyat ve edebiyat dışı metinlerde bir eleştiri kurumunun varlığına, buna bağlı eleştirmenin eksikliğine bağlamak söz konusu olabilir mi?

- Türk edebiyatının çok seçkin eleştirmenleri oldu. En geriden Ataç'ı anarsak kimler yok ki! Rauf Mutluay, Memet Fuat, Fethi Naci, Mehmet H. Doğan, Tahir Alangu v.b. Onlar donanımları olağanüstü insanlardı. Eleştiriyi de bir maddi beklentiden çok, ülkeleri edebiyatına, kültürüne, diline duydukları ciddi bir sorumluluğun sevgisinden alıyorlardı. Günümüzden Semih Gümüş'ü, Füsun Akatlı'yı unutmayalım, unutulamazlar. Çünkü onların dürüst emeklerinin, derin bilgilerinin, estetik düzeylerinin değeri yüksektir. Eleştirmen yok denebilir mi?

 

İlk denizin ilk geçilişi

Son olarak, geçen söyleşimizde, roman yazdığınızdan söz etmiştiniz. Aradan iki yıl geçti; ne zaman yeni eserlerinizle buluşacağız sevgili Füruzan?

-Romanın başlama tarihi, sizin anımsadığınız gibi keşke iki yıl öncesi olsaydı, değil! '80'lerin sonunda neredeyse yüz elli sayfası bitmiş bir metindi. Yirmi yıldır sessizce bekliyor. Araya Sevda Dolu Bir Yaz girdi, İç Denizde'yi öteleyerek. Şimdi romanın adı da yeni bir ek aldı, İlk Denizin İlk Geçilişi oldu. Onu bitirmeden kafamda itişip duran iki-üç öyküye artık yüz vermiyorum. Bu kez onlar beklesin. 'Kent Düşerken' öykümün kitaplaşmasını sağlayacak olanlar bir süre daha beklemedeler. Sabırlı olmak zorundalar.

erdemoztop@yahoo.com