Türk tiyatrosunun dev isimleri hakkında ‘içeriden’ hatıralar

Türk tiyatrosunun dev isimleri hakkında ‘içeriden’ hatıralar

EFNAN ATMACA

Türkiye’nin ilk okullu tiyatro yönetmeni Yücel Erten’in anıları çıktı. Erten anılarında konservatuvar yıllarını ve hepsi de günümüzün en ünlü oyuncuları olan okul arkadaşlarını anlatıyor. Akıntıya Kürek adlı kitap Doğan Kitap etiketiyle yayımlandı. Tiyatrocular sanatlarına olan tutkularını anlatmak için “İki kalas bir heves” derler… Derler de o hevesin altında neler vardır neler. Tiyatroya yarım asır hizmet etmiş, tabiri caizse ömrünü vermiş Yücel Erten’den dinlemek ister misiniz bu hevesin ardında neler olduğunu? Akıntıya Kürek diyor hayatının ilk yarısını anlattığı kitabının adına Erten. Teşbihte hata olmayacağına sığınarak “Lafın tamamı aptala söylenir” deyip kitabın adından Erten’in mesajını anladığınızı umuyorum. Hadi buyurun Yücel Erten’in anılarından kısa bir tiyatro tarihi anlatalım size.

Can Gürzap ile bir askerlik anısı “Bir öğle vakti yine ağaçların altına serilmişiz. Şu hepinizin bildiği, şehirlerarası otobüs duraklama yerlerindeki gibi nağmeli cinsten bir anons: - Yedek subay adaylarından Gangür Zop, Gangür Zop! Ziyaretçiniz var, lumbar ağzına gelin. Tamam. Anons birkaç kez tekrarlandı: - Yedek subay adaylarından Gangür Zop, Gangür Zop! Ziyaretçiniz var, lumbar ağzına gelin. Tamam. Kimse üzerine alınmıyor. Birden ayıldım, Can Gürzap’a döndüm: - Bu sensin lan! Adının öyle söylenmesine fena halde sinirlendi herhalde ki, Can’ın cevabı şöyle oldu: - Niye ben oluyormuşum lan! Oysa gerçekten onu anons ediyorlardı. Ziyaretçisi vardı. On yıllar geçti üzerinden, hâlâ anlatır anlatır güleriz...”

Ankara Devlet Konservatuvarı’ndan 1968 Mayıs tarihli bir anı. Cihan Ünal, Rüştü Asyalı, Mahir Canova, Muammer Çıpa, Enis Fosforoğlu, Güven Hokna, Can Gürzap (Oturan), Baleden bir genç, Nüzhet Şenbay, Zekai Müftüoğlu, Leyla Tokay, Yücel Erten, Alpay İzbırak, Işıl Leki, Sönmez Atasoy, Çetin Bağcıer, İstemi Betil, Işıl Yücesoy.

Cihan Ünal istendi biz istenmedik “(…) Sağın her fırsatta ilkesiz ve ülküsüz biçimde dip dibe duruşunun tipik bir ürünüdür “Milliyetçi Cephe” hükümetleri. Sağ nitelikli bu siyasi yapının Konservatuvar’da da üstümüze abanacağını kestirmek zor değildi. Nitekim kısa süre sonra, çok kaba bir örneğine tanık olduk. Yeni Kültür Bakanı Tevfik Koraltan sahne dersinden bütünlemeye kalmış bir öğrencimiz için doğrudan Konservatuvar Müdürü’ne telefon etmiş, “Türk çocukları kabiliyetlidir. Onu geçiriverin” demekten geri durmamıştı. Gel gelelim, ismi lâzım değil o sevgili kardeş, o oyuncu adayı günahsız genç, izleyen 10 Kasım etkinliğinde Atatürk’ün “Gençliğe Sesleniş”i okunurken “şerait” yerine “şeriat”, “dahi” yerine “dâhi” demeyi başarıvermişti! Sanatçı adaylarının yatkınlığına ve başarısına Kültür Bakanı karar vermeye kalkarsa, olacağı budur! Sağcı, aşırı milliyetçi ve dinci hükümet ortaklığında, Mahir Canova yeniden Bölüm Başkanı olmuş ve yeni bir sınav kurulu oluşturulmuştu. Tuhaftır, biz askerdeyken Eylül ayındaki sınavlara Can ve ben çağrılmadık. Belki biz askerlik görevimizi yapmakta olduğumuz için, sınava çağrılmamamız doğal sayılabilir. Ama sınav kuruluna, bizimle birlikte askerde bulunan Cihan Ünal çağrılmıştı. Bunu istenmediğimin işareti saydım.”

Cüneyt Gökçer’li padişahlık yılları “(…) Cüneyt Gökçer kendisine “hayır” denilmesini asla affetmezdi. “Evet efendim, evet hocam, tabii hocam, baş üstüne hocam”a alışmıştı. Birisinin çıkıp da ona karşı bir söz söylemesi, hayır diyebilmesi, pek de mümkün değildi doğrusu. Kolay mı? Bin yıldır herkesin hocası ve genel müdürü. Ona hayır diyenin bertaraf edilmesi de bu durumun doğal sonucu... (…) O arada faşist 12 Eylül darbesi olmuştu da ondan... İdarenin pusuya yattığını gösteren bir sürü kanıt bir yana, uyuşmazlığın tarafı olan Cüneyt Gökçer’in hukuka aykırı şekilde bizzat Disiplin Kurulu’nda yer alması bile, göz önüne alınmamıştı. Kararın düzeltilmesi istemli başvurumuz da reddedildi. 12 Eylül’den sonra Danıştay’ın davalarda idareden yana ağırlık koyması yönünde baskılar yapılmış. O sırada tiyatroda dramaturg arkadaşım Tözün de buna ilişkin bir olay anlatmıştı. Doğrusu ya, Tözün kendisi mi anlattı bana, yoksa bir başka arkadaşa söyledi de o mu aktardı, onu tam hatırlamıyorum. Tözün’ün babası Danıştay’da Daire Başkanı’ymış. Cüneyt Gökçer, o daire başkanını ziyaret edip benim davamın kurum lehine sonuçlandırılması için ricada bulunmuş. Adamcağız ne yapsın, kibarca kapıyı göstermiş olmak için “Cüneyt Bey burası mahkeme. Yargıçlara ricaya gelinmez” deyivermiş... (…) Cüneyt Gökçer’in on yıllar süren genel müdürlüğünün (krallık, padişahlık da denebilir) ardından, Orbey’in genel müdürlüğü, tüm tiyatroya bir soluk aldırmıştı. Demokrat, aydınlık, özgürlükçü bir ortam yaratmayı başarmıştı Orbey. Ama başarı cezasız kalmaz diyorlar ya hani, ülkenin ve doğal olarak sanat kurumlarının, daha çekeceği varmış. Ara seçimden sonra, Kasım 1979’da Demirel’in azınlık hükümeti kuruldu ve güvenoyu aldı. Azınlık hükümeti deniliyor ama, esasen yine bir Milliyetçi Cephe Hükümeti sayılır. Çünkü MHP ve MSP dışardan destekliyorlar. Özetle yine sağcı bir hükümetle karşı karşıyaydık.”

Dostum Alev Sezer “Değerli sanatçı Alev Sezer’in cenazesi için Atatürk Kültür Merkezinde, 4 Eylül 1997 günü saat 11.00’de düzenlenecek törenden önce sayın Şakir Gürzumar’a iletilmesi ricası ile !!! Alev Sezer, tiyatro sanatına tutkun bir insandı. Alev Sezer, tiyatromuzun az rastlanır büyük yeteneklerinden birisiydi. Alev Sezer, gerçek bir dost, doğru sözlü bir meslektaştı. Alev Sezer, sahne ve meslek ahlakının bir anıtıydı. Alev Sezer, her zaman gözünü kırpmadan, doğrunun yanında yer aldı. Alev Sezer, yüreği ve kafasıyla, hep genç kaldı. Alev Sezer, aydınlığa susamış bir insandı. Alev Sezer, insanlara yüreğinde ışık, avuçlarında su taşıdı. Türk Tiyatrosu, gerçek bir sanatçısını yitirdi. Unutulmaz Amadeus’umuz, -Salieri’lere inat-, gökyüzünde bir yıldız olmuştur artık. Dostum Alev Sezer’in anısı önünde saygıyla eğiliyor, yakınlarının, sevenlerinin ve meslektaşlarının acısını paylaşıyor; başsağlığı diliyorum. Yücel Erten”

Cüneyt Gökçer 

Oligarşiyle bitmeyen savaş “Hemen ertesi gün Genel Müdürlüğe bir yazı yazıp adresimi bildirdim. 20 Ocak’ta şöyle bir telgraf aldım: İkinci tur oyunlarda görevlendirilmiş bulunmaktasınız. 21 Ocak tarihinden itibaren altı gün içinde görevinize dönmediğiniz takdirde sözleşmeniz feshedilecektir. Cüneyt Gökçer Genel Müdür Anlaşıldı: Oligarşi, bana sorma ihtiyacı duymadan görevlendirmeye -oyunculara sorulmayabilir, ama rejisörü bir sahneleyişle görevlendirirken sorulması, görüşünün alınması esastır- kul muamelesi yapmaya, emretmeye, hükmetmeye kararlıydı. Aslında telgraf, resmi tebligat kurallarına da aykırıydı. Bunun üzerine herhangi bir görevlendirme varsa bunun tarafıma uygun şekilde bildirilmesi gerektiğini; panolara yazı asarak görevlendirmenin uygun olmayacağını belirten bir yazı daha yazdım. Bir daha ses çıkmadı. Ama ben yedi gün boyunca göreve gitmeyince, ilgili maddeye dayanarak sözleşmem zonk diye feshedilmiş. Bildiğiniz, karambolden gol... Ulan adam zapırt diye işinden atılır mı? Bir araştırılır, yazılır, sorulur; sağ mıdır, ölü müdür, hasta mıdır, insani ya da fiziki ya da mali bir engeli mi var? Son sözü nedir?... Mahkûma son sözü sorulur. Ama hayır. Oligarşi beni kestirme yoldan kapının önüne koymuş.”

Konservatuvar Tiyatro Bölümü öğretmenleri Cüneyt Gökçer, Salih Canar, Yıldız Kenter, Mahir Canova ve Nüzhet Şenbay.

Rejisöre ihtiyaç yok “Reji alanında ihtisas yapmış elemana ihtiyaç yokmuş meğer?... Ankara Devlet Konservatuvarı’nın, Öğrenci Müfettişliği’ne yanıtı böyleymiş... Mahir Canova’nın bölüm başkanı olduğu Konservatuvar’dan, bu cevabı kendisine danışmadan kimse yazmazdı, yazamazdı. Bunu herkes bilir. Oligarşi, dişlerini göstermişti. Düşünün ki, 1936’daki kuruluşundan beri Konservatuvar’ın yasasında vardır Reji Bölümü. Ve o Reji Bölümü asla açılmamıştır. Demek ki o gün itibariyle 34 yıl boyunca bu bölüm açılmamış. Demek ki o alana özen gösterilmemiş. Eh, işte o tarihte sizin bir öğrenciniz çıkıyor hem ülkesi, hem kendisi için bu imkânı yaratıyor. Karşılığı, “ihtiyaç yoktur” mu olmalıydı? Sanırsınız Türkiye’de dört bucakta rejisör yetiştiren okullar var, ortalıkta eğitim görmüş rejisörler cirit atıyor da böyle bir karar veriliyor. Yanılmıyorsam şu anda bile Türkiye’nin tek diplomalı rejisörü benim. Ve onlar neredeyse bundan yarım yüzyıl önce, reji alanında ihtisas yapmış elemana ihtiyaç olmadığını söyleyebiliyorlar, yazabiliyorlardı. Ya “Dekor-Kostüm” eğitimi veren Güzel Sanatlar Akademilerinden birine yazılmalıymışım, ya Viyana’ya gidip Max Meinecke’nin yanında öğrenci olmalıymışım ya da Türkiye’ye dönüp askerlik hizmetimi yapmalıymışım!”

Çetin Tekindor - Ayten Gökçer 

Çetin Tekindor’a tiyatro mikrobunu bulaştıran benim “Amatörlük dönemimden elimde kalan bir başka belge de 1964 Mayıs’ında, Ankara Halkevi Tiyatrosu olarak Ankara Koleji’nde yaptığımız okuma tiyatrosunun broşürü. Haldun Marlalı’nın yönetiminde, Alfred de Musset’nin Marianne’ın Kalbi adlı oyununu Edip Aktugan’ın gitar soloları eşliğinde sunmuştuk. Orada Haldun Hoca, Octave’ı oynarken bana da romantik âşık Celio rolünü vermişti. Yeri gelmişken size küçük bir sır vereyim. Türkiye’nin tiyatro ve sinema alanında en büyük oyuncularından biri olan Çetin Tekindor’a tiyatro mikrobunu bulaştıran benim. Rol dağıtımından anlaşıldığına göre, o sıralar Çetin Tekindor’un da artık iyice kanına girmişim. O da parantez içlerini okumuş. Şimdi düşündükçe hınzır hınzır gülüyorum. Duruma bakar mısınız: Ben başrolü oynamışım, Türk tiyatrosunun en büyük oyuncularından Tekindor da parantez içlerini okumuş!... Ama işte ne oldum dememeli ne olacağım demeli...”

Yolumun kesiştiği bazı dostlar İstemi Betil sınıfın ağabeyi gibiydi. Sanırım yaşça en büyüğümüz de oydu. Çevresine güven duygusu yayardı. İstemi oradaysa, hele gevrek gevrek gülüyorsa, herkes daha bir rahat olurdu. Uzun boyu, kalıplı vücudu, kalın sesi, sarı saçları ve mavi gözleri ile genç bir “Cermen Tanrısı” gibiydi. Hepimiz, onun mezun olunca Hamlet oynayacağını düşünürdük. Uykusunda diş gıcırdatması ile yatakhaneyi sarsardı. Caz merakı ve başta Louis Armstrong olmak üzere taklitleri, Edirne ağzıyla konuşmaları, bizim uçarı, pervasız öğrencilik eğlencelerimizin bir parçasıydı. Sahnelediğim Bertolt Brecht’in Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı’nda Göri’yi oynamıştı. İstemi’yle Konservatuvar döneminde, hem Yüksek Devre Öğrenci Derneği’nde birlikte çalıştık hem de beş sayı çıkarabildiğimiz Dergi’de. Son dönemlerinde artık bir televizyon ünlüsüydü.

Enis Fosforoğlu sınıfın yaşça en küçüğüydü. Ona “48’li” derdik de kızardı. Kızacak ne vardıysa! Ama yine de daha o zamanlardan kendince bir yol seçeceği, İstanbul’daki bir tiyatro geleneğine uzanacağı, hissediliyordu sanırım. Gerçi bunu gerçekten o zaman hissediyor muydum, yoksa sonradan mı düşündüm, emin değilim. O Zeki Müren persiflajları,2 şancı Mesut’la (İktu) birlikte türettikleri, alt çenelerini dışarı çıkarıp bir ayaklarıyla silkelendikleri muavin Nahit Bey’in hallerini taklit ederek Çum (Çocuğum) Nahit sahneleri filan... hepsi bir işaretti. Enis kendince bir yol seçti, oradan yürüdü. “Gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür” diye şarkı söyleyip, oturdukları yerde başparmaklarını çeviren bazı sanatçılara baktıkça ona daha çok saygı duyuyorum. Sermin Hürmeriç ikinci sınıfta, ailevi nedenlerle okula bir yıl ara verdi. Dolayısıyla sonraki yıllarda hep bizden bir sınıf altta oldu. Bir subay kızı olan Sermin, o zamanlar bana biraz köylü güzeli gibi görünürdü. Bilmem ki ya benim gözüm bağlıydı ya da Sermin sonradan böyle güzelleşti. Güzellik bir yana, Sermin, benim ölçülerime göre Türk Tiyatrosu’nun en yetenekli sanatçılarından biridir. Yıllar sonra buluştuğumuz Amadeus’daki Constanze’si ve Ferhad ile Şirin’deki Mehmene’si için ona teşekkür borçluyum. O içtenlik ve cesaret az bulunur. Sermin Hürmeriç ikinci sınıfta, ailevi nedenlerle okula bir yıl ara verdi. Dolayısıyla sonraki yıllarda hep bizden bir sınıf altta oldu. Bir subay kızı olan Sermin, o zamanlar bana biraz köylü güzeli gibi görünürdü. Bilmem ki ya benim gözüm bağlıydı ya da Sermin sonradan böyle güzelleşti. Güzellik bir yana, Sermin, benim ölçülerime göre Türk Tiyatrosu’nun en yetenekli sanatçılarından biridir. Yıllar sonra buluştuğumuz Amadeus’daki Constanze’si ve Ferhad ile Şirin’deki Mehmene’si için ona teşekkür borçluyum. O içtenlik ve cesaret az bulunur.

Işıl Yücesoy “Işıl ışıl bir Işıl! Işıl’ın o ışıl ışıl mavi gözleri çok can yaktı, ben bilirim....” Ayrıca feministler hemen alınmasınlar lütfen, hani Türkçede “erkek kız” diye olumlu an 1998’de İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahnelediğim Bertolt Brecht’in Üç Kuruşluk Opera’sında Jenny rolünü Işıl Yücesoy oynuyordu. Ayrıca feministler hemen alınmasınlar lütfen, hani Türkçe’de “erkek kız” diye olumlu anlamda kullanılan bir deyim vardır ya işte Işıl, oydu. Arkadaş canlısı, geçimli, uyumlu ve sorunsuz. Kimin bir derdi varsa, haydi Işıl’a! Ödünç para mı lâzım? Aman Işıl’a! Bir yere giderken arkadaş mı istiyorsun? Işıl’a sor! Sahne mi çalışacaksın? Işıl’la çalış! Ama tepesi atınca, küfrü de o günün ve çevresinin koşullarına göre sunturluydu ha!... Ailesinde müzisyenler ve ressamlar vardı. Ankara Devlet Konservatuvarı’nın ilk sınıfından mezun ablamız Muazzez Kurdoğlu da halasıydı. Işıl, bir gün müzikallerde oynamayı daha o zamandan kafaya koymuş olmalı ki, uzun süre Şan Bölümü’nün derslerine de devam etti. İyi de etti. Tiyatrodan bunaldığı zaman şarkı söyledi. Benim İstanbul AKM’de sahnelediğim Üç Kuruşluk Opera’da, sadece Jenny olarak değil, dost, arkadaş ve sanatçı olarak koyduğu ağırlık için teşekkür borçluyum. Güven Hokna son derece hoş, güleç, sempatik bir kızdı. Bize biraz gamsız, biraz dünya yıkılsa umurunda değil gibi görünürdü. Mesleğindeki büyük başarıların sizler tanığısınız.

Rüştü Asyalı ile de iki oyunumuz vardır. Her ikisi de efsane düzeyinde yıllarca kapalı gişe gitmiş oyunlardır. İlki, Haldun Taner/Yalçın Tura ikilisinin Keşanlı Ali Destanı müzikali. Bana sorarsanız, gördüklerim arasında Ali’yi en iyi kıvama getirmiş olan Rüştü’dür. Nedense o rolü ilk oynayan Engin Cezzar’dan bu yana, Ali’ler hep pehlivan gibi ensesi kalın oyuncular olmuştur. Oysa o, “Kurşuncu Hasibe’nin sidikli Ali’si”dir. Rüştü’nün hiç de görkemli olmayan vücut yapısı, buna orantısız oturaklı kalın sesi, mü kemmel Rumeli şivesi -taklit ve şive konusunda üstüne adam tanımadım-, olağanüstü sesi ve müzik kulağı, kuşağımıza özgü disiplinli oyunu, benim ölçülerime göre en iyi Ali’yi ortaya çıkarmıştır. Kitapta, birçok tiyatro sanatçısının daha önce yayınlanmamış fotoğrafları da yer alıyor. O fotoğraflardan bazıları şöyle:

İskenderun Deniz Piyade Alayı 1975. Yücel Erten, Selami Karaibrahimgil, Can Gürzap.

Konservatuvar’da, mezun olanların birbirini avludaki minyatür havuza atmaları bir gelenektir. Benim öğretmenlik yaptığım yıl, öğrencilerim beni de attılar. Elebaşının sevgili Selçuk Yöntem olduğunu hatırlıyorum. Sonra da kostüm deposundan bir pantolonla bir gömlek getirdiler. Çok eğlendik. Sakıncası mı var? Bu da fotoğrafı.

Haluk Bilginer ve Lütfi Oğuzcan’la birlikte. Köln, Ocak 1978

Konservatuvar Tiyatro Bölümü öğretmenleri Cüneyt Gökçer, Salih Canar, Yıldız Kenter, Mahir Canova ve Nüzhet Şenbay.