Son araştırmalar... Sporun fazlası kalp dolaşım sistemine zarar
Ölçülü bir şekilde hareket bedene iyi geliyor. Koşarak spor yapanlar da ölçüyü kaçırmamalı. Danimarka’da gerçekleştirilen araştırmaya göre sadece ölçülü koşulduğunda, uzun vadede sağlığa faydası oluyor (Journal of the American College of Cardiology). Haftada bir veya en fazla iki buçuk saat koşmak en uygunu ve bunu da haftanın üç gününe dağıtılmasını öneriyorlar.
cumhuriyet.com.tr
Ölçülü bir şekilde hareket bedene iyi geliyor. Koşarak spor yapanlar da ölçüyü kaçırmamalı. Danimarka’da gerçekleştirilen araştırmaya göre sadece ölçülü koşulduğunda, uzun vadede sağlığa faydası oluyor (Journal of the American College of Cardiology). Haftada bir veya en fazla iki buçuk saat koşmak en uygunu ve bunu da haftanın üç gününe dağıtılmasını öneriyorlar. Ayrıca çok hızlı koşulmamalı. On iki yıllık araştırma çerçevesinde, koşarak spor yapan 1098 ve spor yapmayan 413 kışının verileri toplanmış. Katılımcıların tümü araştırmanın başlangıcında sağlıklıydı.
Verilerin değerlendirilmesi sonucunda, aşırı spor yapanlardaki ölüm riski neredeyse spor yapmayanlardaki kadar yüksek çıkmış. En düşük ölüm riski “hafif” koşu yapanlarda kaydedilmiş. Araştırma süresince spor yapanlar arasında 28 kişi, yapmayanlar arasında ise 128 kişi yaşamını yitirmiş. Sonuçlarımız çok yorucu sporun on yıllar sonra özellikle de kalpdolaşım sistemi için sağlık risklerini beraberinde getirdiğini gösterdi diyor Kopenhag Frederiksberg Hastanesi’nden Peter Schnohr. Daha uzun yaşamak isteyenlerin haftada birkaç kez koşmaları yeterli, daha fazlası hem gereksiz hem de zararlı.
NASA, Europa yolculuğuna hazırlanıyor: Jüpiter’in uydusu Europa’nın üzeri adeta bir buz çölüdür. Fakat kilometrelerce kalınlıktaki buz tabakasında dev bir okyanus var, belki de yaşam. Amerikan uzay ajansı NASA Europa’da yaşama elverişli koşulların bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyor. NASA yöneticisi Charles Bolden’a göre Europa misyonunun planı somutlaşıyor. 2016 plan bütçesi için 30 milyon dolar varplanda, ama kongre tarafından onaylanması gerekiyor. Jüpiter uydusu Europa, dünyamızın dışında yaşamın var olabileceği en olası yerlerden biri. Europa’nın incelenmesi için Jüpiter’in yörüngesine “Europa Clipper” isimli bir sonda gönderilecek. Sonda birkaç kez uydunun yakınından uçarak ayrıntılı incelemelerde bulunacak.
Düşüncelere göre söz konusu uydu 2022 yılında, 600 milyon kilometreyi aşkın yolcuğuna başlayabilecek. Geçen yılın bütçe tasarımında, misyonun yerine getirilebilmesi için 100 milyon dolarlık bir tahminde bulunulmuştu. Karşılaştırma için, Curiosity Mars misyonunun 2,5 milyar dolar yuttuğunu hatırlatalım. Uydudaki sıcaklık hiçbir zaman -150 dereceden daha yüksek olmuyor. Yüzeyin tümü birkaç kilometre kalınlığında bir buz tabakasıyla kaplı ama bilim insanları uzun bir süredir, buzun altına 100 km derinliğinde olabilecek bir (tuzlu su) okyanusunun bulunduğunu tahmin ediyor. Eğer bu doğruysa, Jüpiter’in uydusunda dünyamıza kıyasla iki misli fazla su var demek. Ve tam da burada yaşamın izlerine olabilir.
Anadilini unuttu, ama İngilizce konuşuyor: 94 yaşındaki Çinli kadın Liu Jaiyu bir yıl önce inme geçirerek, hastaneye kaldırılmıştı. Aylar süren konuşma egzersizlerinden sonra basit sözcükler öğrenmiş. Birkaç haftadan bu yana ise cümleler kurmaya başladı diyor doktoru Li Yanfang. Jaiyu’nun konuşmasını ilk başta anlamayan bakıcıları,daha sonra kadının Çince değil İngilizce konuştuğunu fark etmişler. Jaiyu, kendisiyle Çince konuşulsa dahi İngilizce cevap veriyor. Konuşma merkezinin zarar gördüğünü düşünüyoruz diyor doktoru.
Tahminlere göre beynindeki İngilizce ağı çok az ya da hiç hasar görmemiş. Bu da anadilini neredeyse hiç konuşamamasına rağmen niçin İngilizce konuşabildiğini açıklıyor. İnmeden sonra genellikle konuşma bozukluğu ortaya çıkar. Kimi uzmanlara göre inme hastalarının üçte biri konuşma kaybı ya da konuşma zorluğu yaşıyor. Ancak genelde anadili kalıcı olurken, yabancı dil unutulur. Bu yüzden Çinli kadının durumu olağandışı diyor araştırmacılar. Çok sayıda inme hastasını tedavi eden Yanfang son hastasını şanslı sayıyor. Ayrıca terapinin nasıl etkiyeceğini de bilmiyoruz, belki de herhangi bir zaman sonra anadilini yeniden konuşabilir diyor Yanfang.
70 milyon yıllık deniz sürüngeni: Rus bilim insanları Ural dağlarının güneyinde daha önceleri bilinmeyen bir deniz hayvanı buldu. Söz konusu fosil 70 milyon yıllık bir sürüngen diye açıkladı Uljanovsk Paleontoloji Birliği başkanı Vladimir Efimov. Çok iyi korunagelmiş fosil, kemiklerin tek bir hayvana ait olduğunu gösteriyor. Montpellier Üniversitesi’nden Julien Benoit da kalıntıların yeni ve eşsiz bir türe ait olduğunu söyleyerek Rus meslektaşını destekliyor. Fosil 2012 yılında Orenburg bölgesindeki çocuklar tarafından bulunmuş ve bunun üzerine Genç Jeologlar Birliği üyeleri buluntu yerinde incelemeler yapmışlardı. Analizler, türün Tebeşir devrindeki gelişimi ve çevresi hakkında bilgiler verebilir. Rus bilim insanları yeni türe, jeoloji birliği yöneticisinin isminden esinlenerek Polycotylus sopotsko adını vermek istiyor.
Sinir hücreleri “sosyal ağ” oluşturuyorlar: Beyindeki sinir hücreleri bir sosyal ağın üyelerine benzer bir şekilde iletişim kuruyor. İsviçreliler, en güçlü bağların birbirine çok benzeyen az sayıda hücreler arasında oluştuğunu tespit etti. Nöronlar, her hücrede birkaç bin tane bulunan sinapslardan karmaşık bir ağ oluşturur. Fakat bu sinaptik bağlantıların hepsi aynı değil. Sadece çok azı güçlü, geriye kalanlarsa zayıftır. Sinir hücrelerinin milyonlarca diğer sinir hücresiyle birleşerek karmaşık ağlar oluşturmalarında, belli başlı kuralların bulunup bulunmadığını öğrenmek istedik diyor Basel Üniversitesi ve College London Üniversitesi bilim insanları. Uzmanlar özellikle de primer görme korteksine odaklandı. Bu beyin kabuğu gözdeki bilgileri alarak, görsel algıya dönüştürür. Beynin bu bölgesindeki nöronlar özel görsel motiflere tepki verir. Fakat binlerce hücre birbirine bitişik olduğu için, hangi hücrelerin birbiriyle bağlantılı olduğunu bulmak zordur.
Bilim insanları yüksek çözünürlüklü görüntüleme sistemi ve hassas elektriksel ölçümlerden oluşan bir kombinasyondan yararlanarak, fare beyinlerindeki, birbirleriyle bağlantılı nöronların ne şekilde organize olduklarını inceledi. Fare beynindeki oluşum, sosyal bir ağa benziyor. İnsanlar gerçi çok sayıda tanıdıkla iletişim halindeler ama yakın arkadaş çevresi çok küçüktür. Bu çevre ise en çok ortak noktamızın bulunduğu ve fikirleri bizim için önemli olan arkadaşlardır diyor Basel Üniversitesi’nden Thomas Mrsic-Fogel. Beyindeki zayıf iletişimler her ne kadar çoğunlukta olsalar da çok önemsizler. Oysa nöronlar arasındaki az sayıdaki güçlü bağlantıların, eş nöronların etkinliği üzerinde en güçlü etkiyi yapıyor. Bu ortaklık ise onlara, dış dünyadaki belli başlı bilgileri kuvvetlendirmeye yardımcı oluyor (Nature). Makalenin başyazarı Lee Cossell’a göre, zayıf bağlantılar öğrenme süreçleriyle alakalı olabilir.
Acılı yağlı yemle beslenenler 25 hafta sonra 11,5 gram, acısız yağlı yemle beslenenler ise 27,5 gram almışlar. Ayrıca kapsaisin verilen fareler, döner boru üzerinde yarıyarıya daha uzun süre kalmışlar. Fakat normal yemle beslenenler en sağlıklı olanlar. Kontrol grubundaki fareler sadece 4,5 gram aldı ve kapsaisin verilen farelerden biraz daha az aktiftiler. Araştırmanın ikinci aşamasında kapsaisin duyarlılığı olmayan farelerde de kapsaisinin etkisini kontrol etmişler. Bu deney hayvanlarında araştırmacılar TRPV1 olarak bilinen kapsaisin reseptörünü genetik olarak devre dışı bırakmışlar. TRPV1 aslında bir ağrı reseptörüdür ve çeşitli ağrı tetikleyicilerinin ve zararlı maddelerin algılanmasında anahtar rolü oynar. Bu deneyle TRPV1’e sahip olmayan farelerde kapsaisinin fazla kiloları engellemediği ortaya çıkmış.
Anlaşıldığı üzere TRPV1 reseptörüne yapışan kapsaisin, yağların yakılmasını tetikliyor. Bedenimizde beyaz yağ hücreleri enerji depolarken, kahverengi yağ hücreleri, depolanan yağı yakan sıcaklık üreten makine görevini görür diyor Krishnan. Kapsaisin beyaz yağ dokusunu, kahverengi yağa dönüşmesi için uyarıyor. Bundan sonra bu sürecin arkasındaki mekanizmayı araştırmak istiyen bilim insanları, kapsaisin reseptörünü etkinleştiren ve şişmanlığa karşı etkili olan ilaçlar geliştirebilmeyi umuyor.
En eski “yaşayan fosil” Darwin’in evrim teorisini kanıtlıyor: Amerikalılar, gelişimi iki milyar yıl önce duran bir organizma keşfetti. Tahminlere göre evrimsel bir durgunluk içindeki en yaşlı “canlı fosil” olan bu organizmanın evrime kuşku düşüreceğini sanmayın. Kaliforniya Üniversitesi’nde William Schopf ve ekibine göre bu canlı evrim teorisinin geçerliliğini kanıtlıyor (PNAS dergisi). Söz konusu canlı kükürt bileşimlerin oksitleşmesinden yararlanan bir derin deniz bakterisi. Bilim insanları kısa bir süre önce, Şili kıyılarındaki deniz dibinde yaşayan bir bakteri türüne çok benzeyen 2,3 ve 1,8 milyar yıllık bir mikrobun kalıntılarını buldu. İki milyar yılı aşkın bir süre hiç değişmeyen canlıların bulunması gerçekten çok ilginç.
Bu neredeyse tüm dünya tarihinin yarısı diyor Schopf. Araştırmacı bu fenomeni biyolojinin temel bir kuralıyla açıklıyor. Bir organizma, çevresi değişmediği müddetçe gelişmez. Schopf ve çalışma arkadaşları, bakterilerin yaşam alanının milyarlarca yıl içinde hep aynı kaldığından eminler. Düşük oksijenli ve az besleyici maddeli ama bol sülfat ve nitrat içerikli tortula mükemmel uyum sayesinde, bu tekhücrelilerin değişim zorunluluğu olmamıştır. Oysa bu canlılar buna rağmen değişselerdi, o zaman Darwin’in evrim teorisi üzerinde yeniden düşünmemiz gerekirdi diyor araştırmacı.
İlk yıldızlar, sanılandan daha sonra gelişmiş: Kozmik arkaplan ışıması, evrendeki ilk ışığın uzaktaki bir yankısıdır. İçinde bu zamana ait değerli bilgiler gizlidir ve ilk patlamadan 380.000 yıl sonra ilkel plazmadan ilk atomlar oluştuğunda serbest kalmıştır. Günümüzde hâlâ mikrodalga içeren bu ilk ışığın polarizasyon motifi bu yüzden evrenin başlangıcındaki koşulları yansıtıyor. ESA uydusu Planck 2009-2013 yılları arasında bu kozmik mikrodalga arkaplanının bugüne kadarki en ayrıntılı ölçümlerini almıştı. Astronomlar şimdi bu verilerin en yeni değerlendirmelerini yayımladı. Şimdi evrenin yapısı ve gelişimi hakkında, daha önceki haritalara kıyasla çok daha kesin bir bakış açısı var. Bu sonuçlarla evrenin yaşı, genleşme oranı, normal ve karanlık madde ve karanlık enerjiden oluşan bileşimini çok daha iyi belirleyebiliriz diyor Paris Astrofizik Enstitüsü’nden François Bouchet. Evrenin erken dönemleriyle ilgili bir bilmeceyi Planck verileri şimdiden çözmüş olabilir: İlk yıldızların oluşumu.
Bu oluşum ilk atomların gelişiminden bir müddet sonra gerçekleşmiş ve evreni yeni bir döneme (“yeniden iyonlaşma”) soktu. Genç yıldızların yoğun ışınları nötr hidrojen gazı bulutlarını iyonlaştırarak, yeni bir gelişmenin önemli bir koşulunu oluşturdu. Fakat ilk yıldızların ne zaman geliştikleri ve yeniden iyonlaşmanın ne zaman başladığı bugüne dek tartışmalıydı. Kozmik arkaplan ışımasının daha önceki ölçümleri gerçi ilk patlamadan sonra yaklaşık 450 milyon yıl öncesine işaret eder. Ama bu o tarihteki galaksilerdeki ışın kaynaklarını yeterli bulmayan uzay teleskopu Hubble’ın gözlemleriyle örtüşmemekte. Bunlar tek başına karanlık çağı sonlandırmak için yeterli değildi.
Astronomlar bu yüzden bilinmeyen ışın kaynaklarının varlığından şüpheleniyordu. Planck uydularının yeni verilerine göre Hubble’ın gözlemlediği galaksiler büyük yeniden iyonlaşmanın sadece ilk habercileriydi. Kozmik mikrodalga arkaplanının özellikleri, karanlık çağın ilk patlamadan 50 milyon yıl önce son bulduğunu yani sanılandan yüz milyon yıl daha geç bir zamanda gerçekleştiğini gösteriyor. Evrenin 14 milyar yıl önce gelişmiş olduğu düşünülürse yüz milyon yıl çok değil. Ama bu ilk yıldızların oluşumu için önemli bir farktı.
Tüm zamanların en büyük kemirgeni: Bilindiği kadar tüm zamanların en büyük kemirgeni olan hayvanın rekonstrüksiyon çalışmaları sonucunda manda (3 m uzunluğunda ve 1,5 m yüksekliğinde) büyüklüğünde ve bir ton ağırlığında bir hayvan çıktı ortaya. Josephoartigasia monesi, üç milyon yıl önce Güney Amerika’nın kuzeyinde yaşıyordu. Bugüne dek korunagelen tek fosil olan 53 santim uzunluğundaki kafatası Uruguay’daki Sanjose formasyonunda bulunmuştu. York Üniversitesi ve Hull York Tıp Okulu (HYMS) Philip Cox ve ekibi günümüzdeki kobay farelerininbu dev akrabasının ısırığını analiz ettiler (Journal of Anatomy).
Josephoartigasia çenesinin arkasındaki dişlerle 4.165 Newton kuvvetinde ısırabiliyordu ki bu bir kaplan ısırığının üç misli kuvvetine eşittir. Öndeki kesici dişlerle bile 1.400 Newton kuvvetinde ısırabiliyordu. Hatta diğer incelemeler dişlerinin bu ısırma kuvvetinin üç mislisine dayanacak kadar sağlam olduğunu da göstermiş. Cox ve ekibi, dev kemirgenin dişlerini ısırmak ve çiğneme dışındaki amaçlar için de kullandığını düşünüyorlar. Araştırma sonuçları, Josephoartigasia’nın kuvvetli dişleriyle kökleri çıkardığını, kendini veya yaşam alanını korumak için kullandığını ortaya koyuyor.