Server Tanilli

Türkiye nereye gidiyor? / 2

02 Kasım 2008 Pazar

Türkiye başı dik, özgür bir ülke olabilmesi için kalkınmaya odaklanmalı.

 

Sorun kalkınmada

Türkiyenin 1 numaralı sorunu, kalkınmadır. Bu konuda çok düşünmüş ve yazmış olan Öztin Akgüç, bir yazısında, konunun özünü bütün açıklıkla belirtirken şöyle diyor: Türkiye, kalkınmaya odaklanmalı, kalkınmasını gerçekleştirmelidir. Türkiyenin bağımsız, başı dik, özgür bir ülke olabilmesi ve yaşayabilmesi için kalkınmaya odaklanması ve kalkınmaya birinci önceliği vermesi gerekir. Kalkınmanın temel öğesi de insandır.(Bkz. Kalkınmaya Odaklanmak, Cumhuriyet, 21.3.2008) Hoca, bu bağlamda sık sık yinelenen bir Çin atasözünü hatırlatıyor: Planın bir yıllık ise pirinç ek, on yıllık ise ağaç dik, yüz yıllık ise insan yetiştir.

Ama bu sorunun ciddiliğini fark etmiş miyiz?

Hoca, şöyle diyor: Biz ne yazık ki, dış güçlerin ayartısına, bazı iç güçlerin de kendi egemen konumlarının bozulmaması için yaptıkları baskılar sonucu, insan yetiştirme sorununu çok geri planlara attık; belki de amaçlar arasından çıkardık.

Dış güçler, iç güçler: Demek ki, kalkınmanın bağımsızlıkla da ilişkisi var.

1838 yılında İngilizlerle imzalanan bir Ticaret Anlaşması, Türkiyeye bol ödün verirken ülkeyi Batının açık pazarı haline getirecek bir çığır açar. Bağımsız Osmanlı ekonomisinin sömürgeleşme süreci başlamıştır: Türkiye, emperyalizmin boyunduruğunda sömürge tipi, yarı feodal-yarı kapitalistbir ekonomi olup çıkar. Osmanlının borçlarını güvenceye bağlamak için de,Düyunu Umumiyekurulur (1881). İmparatorluk, 1. Dünya Savaşının sonunda batarken boynunda bu borçların zincirleri de vardır.

1919-1922 yılları, Anadoluda, başta Mustafa Kemal, emperyalizme karşı bir Millî Kurtuluş Hareketibaşlar ve zafere ulaşır. Hareket, sonuç olarak, emperyalizmin Türkiyedeki nüfuzuna darbe vuran millici, antiemperyalistbir atılım olmuştur. Devrimci milliyetçi kadrolar, bir yandan padişah, saltanat, hilafet gibi, emperyalizmin bağlaşığı kimi siyasal organ ve kurumları ortadan kaldırır ve Cumhuriyeti ilan ederken; öte yandan, emperyalizme karşı verilecek asıl mücadelenin iktisadî bir mücadeleolacağını da biliyorlardı. Ancak, bu mücadelenin yollarının neler olacağı konusunda berrak bir düşünceleri yoktu. Daha doğrusu, o günkü koşullarda, kapitalizmden başka bir sistemin uygulanmasına olanak olmadığına göre, soru şöyle ortaya konabilirdi:

Nasıl bir kapitalizm uygulanacaktı?

Liberalmi, devlet müdahaleciliğine açık bir kapitalizm mi?

İzmir İktisat Kongresinden (1923), liberalizmden yana bir karar çıkar. Ne var ki, özel girişim öncülüğünde kalkınma politikasının başarı sağlamadığı ve sağlayamayacağı çok geçmeden görülür. 1929da Batıda kapitalizmin büyük bunalımı da patlak verince, devletçibir politikaya gitmek zorunlu olur. 1923-1931 yılları arasında girişilen millî müteşebbisyaratma çabası, sonuçta, yabancı iş çevreleriyle uzlaşmaya yatkın işbirlikçi bir sınıfıngelişmesine yol açmıştı. 1950ye değin sürecek olan dönem, artık devletçilik yıllarıolacaktır.

Ne var ki, hatırlatmalıyız, Türkiyede devletçilik, kapitalizmin zıddı olan bir sistem olarak düşünülmemiş, tersine, kapitalizmi ve kapitalistleri geliştirici bir yedek güçolarak ele alınmıştır. Ancak, öyle de olsa, devletçilik politikası, ülke ekonomisinin temel yapısının kurulması, iktisadî bağımsızlığın sağlanması yolunda önemli kazançlar sağlamıştır. Bunların başında, yabancı ortaklıkların millileştirilmesi ve 5 yıllık kalkınma planları gelir. Ayrıca, özel sermayenin kârlı bulmadığı için kurmaya girişmediği bazı kuruluşlar, fabrikalar -demiryolları gibi- yine devlet eliyle kurulmuştur. Bu arada, Osmanlılardan kalma dış borçların da ödenmesi sürdürülmüştür.

Ancak, söz konusu politika, bütün yanlış tutumlarına karşın, dış yardım ve borçlanmalar olmaksızın bir ülkenin kendi kaynaklarıyla kalkınabileceğini, sanayileşebileceğini ispatlamıştır. Ulusal ekonomi, ulusal sanayihedefine - bir ölçüde de olsa - yaklaşılmıştır. Böylece, 1931-1945 yılları arasında uygulanan devletçilik politikası, Türkiyenin son 150 yıllık yarısömürgeleşme tarihinde, emperyalizme karşı yürüttüğü en ciddi ve tutarlı başkaldırısı olmuştur.

Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı ve ertesi, dünya tarihinde olduğu gibi, Türkiye tarihinde de bir dönüm olacaktır.

Türkiye, yeniden bağımlı ekonomiye döner.

İkinci Dünya Savaşı ertesinde, Türkiyenin iktisadi ve sosyal tablosu hayli ilginçtir. Siyasal iktidar, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri asker-sivil bürokrat kadroların elindedir. Ne var ki, o yıllardan bu yana -bir ölçüde- burjuvalaşmış olan bu kadrolar, toplumda çeşitli sınıf ve zümrelerin muhalefeti ile karşı karşıyadır:

Böylece, iç ve dış zorunluluklar, tek partili dönemden çok partili bir döneme geçişi gerektirmektedir ve Kemalizmde bu geçişe engel değildir.

Demokrat Parti, işte böyle bir ortamda doğar (7 Ocak 1946). Ve ticaret ve maliye burjuvazisinin sözcüsüolarak, toplumdaki en geri ve kapitalizm öncesi kesimlerle, yani tefeci, ağa, şeyh ve dinci ideolojiyle bağlaşıklıklar kurarak, onların sömürü ağı içindeki geniş halk yığınlarını çevresinde toplar ve iktidara gelir (14 Mayıs 1950).

Demokrat Partinin iktidar yılları (1950-1960), işte bu sınıf ve zümrelerin çıkarlarının nasıl korunup geliştirildiğinin örnekleriyle doludur.

- Demokrat Parti, Toprak ağalığı düzenini korumakla, Çiftçiyi Topraklandırma Kanununu rafa kaldırmakla büyük toprak mütegallibesinin gönüllerini hoş etti. Bununla da yetinmeyerek, Hazine topraklarını büyük çiftçilere peşkeş çekerek tarımdaki sömürü düzenini sürdürdü. Bu yüzdendir ki, toprakların belli ellerde toplanması olayı hızlandı. Gittikçe yoksullaşan, köylü yığınları da selameti kentlere göçte buldu. Günümüzdeki kentlerin gecekondu, sosyal mesken gibi dertlerinin kaynağı bu olaydır.

- Demokrat Parti, ticaret ve maliye burjuvazisine ve bunların da arkasındaki emperyalizme olan borcunu da, ticarette devlet müdahalesini azaltmak, yabancı sermayeye ayrıcalıklar sağlayarak özendirmek, onunla tatlı ortaklıkların kurulmasını desteklemekle yerine getirdi. Bunun sonucu, Türkiyenin yeniden emperyalizme bağımlı bir ülke haline gelmesidir. İlerde, bu bağımlılık gitgide artacak; ülke, yeni bir iflasın eşiğine gelecek ve dış borçlar kuşaklar boyu sürecektir.

- Demokrat Parti, Cumhuriyetin en temel ilkesinden, laiklikten ödünvermeyi başlatır ve sürdürür.

Sıra, demokratik ve anayasal düzendeki ilke ve kurumları çiğnemeye gelince, iktidardan 27 Mayıs 1960ta uzaklaştırılır. Bu devrim, çağdaş bir anayasa ve ilkeler getirir. Ekonomi ve sosyal yaşam için de, yeni bir planlama çığırı açar. Ne var ki, bu çığırı hemen uygulamaya geçirmek yerine, tartışmalar Plan mı, pilav mı?” tartışmasına, Bu anayasa ile ülke yönetilemezreddiyesine dökülür; daha başka tartışmalar bir boğuşmaya döner ve 12 Eylül 1980 darbesine varılır.

Türkiyenin yeni bir dönemi başlar.

 

12 Eylül 1980 ile başlayan Türkiye

12 Eylül’den sonra yapılan ilk genel seçimlerde, ANAP iktidara gelir ve başkanı Turgut Özal azılı bir işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanıdır; 12 Eylül’ün laik ve demokratik Cumhuriyet düşmanlığını sahiplenmiştir. Turgut Özal Nakşibendilik \tile iç içedir.

Türkiyede kapitalizm, 60lı yıllarla girdiği içe dönük, dışa bağımlı bir genişlemeyle 70lerin sonunda tam bir bunalıma varır: Devlet, yeniden örgütlenmeyi istemektedir, ama Batının ve yerli özel sermayenin istekleri doğrultusunda bir örgütlenmeyi dayatmaktadır. 1979da hükümetin aldığı 24 Ocak Kararlarıbunu sağlar.

Uygulanması da bir zoru gerektirmektedir.

Siyasal örgütlenmenin en gerekli olduğu bir dönemde, demokratik kitle örgütlenmesinin en zorunlu olduğu bir dönemde, Türkiye bundan yoksundur. Kararlardan daha acı olan da budur.(Yalçın Doğan, Sevre Dönüş, Cumhuriyet, 4- Şubat 1980)

Beklenen darbe 12 Eylül 1980de gelir. Sol-sağ çatışması hemen durur. Ve Türkiye, hızla bir hapishaneye döner: Şiddetin hedefi, en başta solculardır. Başta taşınan ideoloji de, Türk-İslam Senteziadına, faşizm ve dincilik karması bir bulamaçtır. Onun vurduğu ise, sadece solcular değil, topyekûn 1924 Devrimi, onun ilkeleri ve kurumlarıdır:

Olan biten, yeni bir anayasaya, 1982 Anayasasına da yansır: Devrimci hüviyetinden soyunan Kemalizm, Atatürkçülükadıyla anayasaya serpilmiştir ve resmî söylemde adım başındadır; Cumhurbaşkanlığı da, anayasada tepededir, bütün anayasal sisteme egemendir.

İdeolojide bu başkalaşma, siyasal yaşama ve parlamentoya da yansır: Genel seçimlerde, ANAP iktidara gelir ve başkanı Turgut Özal da -az sonra- cumhurbaşkanı olur. Azılı bir işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanıdır; 12 Eylülün laik ve demokratik Cumhuriyet düşmanlığını sahiplenmiştir; soyut bir Osmanlı hayranlığında gelip durmuş bir kafa olarak, 1923 Devrimine Oldu bir kere!diye bakmaktadır; modernizmi, laik boyutunu umursamadan, dinle uzlaşma aranışı içindedir; din anlayışı da, Müslüman tarikatlar içinde en tutucu ve gerici nitelikteki Nakşibendilik ile iç içedir.

Öte yandan, Demokrat Partinin sonlarından başlayarak, özellikle de Adalet Partisi ile sanayileşme Türk ekonomisinin ana hedefi olmuşken, Özal, üretimi değil bir tüketim ithal toplumuna, paradan para kazanmayı esas almaya doğru çevirir gelişmeyi; mağazalar ithal mallarıyla dolup taşarken, - Deniz Kavukçuoğlunun deyimiyle - bir Vitrin liberalizmi kurar. Bu arada, her türlü siyasal, sosyal ve moral kuralı hiçe sayan bir anlayışla, toplum ve devlet ahlakının canına okur. Gelişmelere tuz-biber eken de budur!

Bu saptırıcı ortamda, sosyal demokratların da gözleri dolduran örnek bir etkileri görülmez; çünkü, aralarında bölünmüşlerdir.

Siyasal bölünmüşlük, istikrarsızlık ve banka rezaletleri: 4 Kasım 2002 seçimlerinin eşiğinde durum budur.

Seçimlerden sonra, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), tek başına hükümet kurmak da dahil, büyük bir çoğunlukla iktidara geçmiştir. Sonucun bir özelliği de şudur: 1950den sonra, dinci partiler, laik partilerin kimliği altında, onların koltuğunda parlamentoya taşınırken, bu kez, tek başına iktidardadır.

AKP, Refah Partisinin yetiştirmesidir. Parti, açık açık söyleyemeyeceğinden, tıynetini yaptıklarından belli eder: Daha ilk günlerden, imam hatiplilerin, türbanın ve -yasaklıları da dahil - Kuran kurslarının yanlısıdır.

Ve devlet örgütünde kadrolaşmaya girişir.

Çok geçmeden de, TÜBİTAKı ele geçirmek için saldırıya geçer.

Bellidir ki, yeni parti, Cumhuriyetin temel ilkelerinin başında gelen laikliğinin düşmanıdır ve onu yok etmek için bir strateji saptar.

Öte yandan, Avrupa Birliğine girmeye talip olur: Bu talipliğin baş nedeni, kendi dinsel kimliğini gözlerden kaçırmaktır. Bir de, ordudan rahatsızlığını rahatça dile getirebilecektir.

AKPnin kalkınma yolunda tavrı nedir?

Partide yer alanlar, Turgut Özalın eğitiminden geçmiştir: Türkiyeyi, devletçiliği terk ettirip başta yabancı sermayeye açmaktır. IMFnin emri altındadır ve onun koştuğu şartlardan biri de budur. Hemen uygulamaya geçirilir: Ülke, çok geçmeden, üretmeden tüketme cenneti olur. İthalat, ihracatı gerilerde bırakır ve dış borçlar da alır başını gider. Geçmişten kalan bütün devlet fabrikaları da babalar gibisatılır.

Yalnız onlar değil, bütün kıyılar, dağlar ve tepeler sermayeye açılır.

Tarım, ithalatın olduğuna göre terk edilir, o da çöker...

AKP o kadar geri ve gericidir ki, İlhan Selçukun belirttiği gibi, Türkiyede, sermaye -var hızıyla- İslamcılaştırılıyor(Bkz. Cumhuriyet, 15.7.2008).

Ya hedef alınan insan örneği nedir? Dindar!

Muhafazakâr nitelemesi iktidarın yaftası olur; ve çok geçmeden, Birleşik Amerika, Ortadoğu politikasında kullanılmak üzere Ilımlı İslametiketine dönüşür. Birleşik Amerika, bunu yapmaya cüret eder; çünkü AKP, parti ve iktidar olarak kendi eseridir, kucağındadır.

AKPnin iktidarı boyunca, laikliği çiğneme bir politika olup çıkmıştır...

 

(Sürecek...)



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye Nereye Gidiyor? 10 Ağustos 2009
Masal ve Gerçek... 7 Şubat 2009

Günün Köşe Yazıları