Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Türkiye nereye gidiyor? / 2
Türkiye başı dik, özgür bir ülke olabilmesi için kalkınmaya odaklanmalı.
Sorun kalkınmada
Türkiye’nin 1 numaralı sorunu, “kalkınma”dır. Bu konuda çok düşünmüş ve yazmış olan Öztin Akgüç, bir yazısında, konunun özünü bütün açıklıkla belirtirken şöyle diyor: “Türkiye, kalkınmaya odaklanmalı, kalkınmasını gerçekleştirmelidir. Türkiye’nin bağımsız, başı dik, özgür bir ülke olabilmesi ve yaşayabilmesi için kalkınmaya odaklanması ve kalkınmaya birinci önceliği vermesi gerekir. Kalkınmanın temel öğesi de insandır.” (Bkz. “Kalkınmaya Odaklanmak”, Cumhuriyet, 21.3.2008) Hoca, bu bağlamda sık sık yinelenen bir Çin atasözünü hatırlatıyor: “Planın bir yıllık ise pirinç ek, on yıllık ise ağaç dik, yüz yıllık ise insan yetiştir.”
Ama bu sorunun ciddiliğini fark etmiş miyiz?
Hoca, şöyle diyor: “Biz ne yazık ki, dış güçlerin ayartısına, bazı iç güçlerin de kendi egemen konumlarının bozulmaması için yaptıkları baskılar sonucu, insan yetiştirme sorununu çok geri planlara attık; belki de amaçlar arasından çıkardık.”
“Dış güçler, iç güçler”: Demek ki, kalkınmanın bağımsızlıkla da ilişkisi var.
1838 yılında İngilizlerle imzalanan bir Ticaret Anlaşması, Türkiye’ye bol ödün verirken ülkeyi Batı’nın açık pazarı haline getirecek bir çığır açar. Bağımsız Osmanlı ekonomisinin sömürgeleşme süreci başlamıştır: Türkiye, emperyalizmin boyunduruğunda sömürge tipi, “yarı feodal-yarı kapitalist” bir ekonomi olup çıkar. Osmanlı’nın borçlarını güvenceye bağlamak için de, “Düyunu Umumiye” kurulur (1881). İmparatorluk, 1. Dünya Savaşı’nın sonunda batarken boynunda bu borçların zincirleri de vardır.
1919-1922 yılları, Anadolu’da, başta Mustafa Kemal, emperyalizme karşı bir “Millî Kurtuluş Hareketi” başlar ve zafere ulaşır. Hareket, sonuç olarak, emperyalizmin Türkiye’deki nüfuzuna darbe vuran “millici”, “antiemperyalist” bir atılım olmuştur. Devrimci milliyetçi kadrolar, bir yandan padişah, saltanat, hilafet gibi, emperyalizmin bağlaşığı kimi siyasal organ ve kurumları ortadan kaldırır ve Cumhuriyeti ilan ederken; öte yandan, emperyalizme karşı verilecek asıl mücadelenin “iktisadî bir mücadele” olacağını da biliyorlardı. Ancak, bu mücadelenin yollarının neler olacağı konusunda berrak bir düşünceleri yoktu. Daha doğrusu, o günkü koşullarda, kapitalizmden başka bir sistemin uygulanmasına olanak olmadığına göre, soru şöyle ortaya konabilirdi:
Nasıl bir kapitalizm uygulanacaktı?
“Liberal” mi, “devlet müdahaleciliği”ne açık bir kapitalizm mi?
İzmir İktisat Kongresi’nden (1923), “liberalizm”den yana bir karar çıkar. Ne var ki, özel girişim öncülüğünde kalkınma politikasının başarı sağlamadığı ve sağlayamayacağı çok geçmeden görülür. 1929’da Batı’da kapitalizmin büyük bunalımı da patlak verince, “devletçi” bir politikaya gitmek zorunlu olur. 1923-1931 yılları arasında girişilen “millî müteşebbis” yaratma çabası, sonuçta, yabancı iş çevreleriyle uzlaşmaya yatkın “işbirlikçi bir sınıfın” gelişmesine yol açmıştı. 1950’ye değin sürecek olan dönem, artık “devletçilik yılları” olacaktır.
Ne var ki, hatırlatmalıyız, Türkiye’de devletçilik, kapitalizmin zıddı olan bir sistem olarak düşünülmemiş, tersine, kapitalizmi ve kapitalistleri geliştirici bir “yedek güç” olarak ele alınmıştır. Ancak, öyle de olsa, devletçilik politikası, ülke ekonomisinin temel yapısının kurulması, iktisadî bağımsızlığın sağlanması yolunda önemli kazançlar sağlamıştır. Bunların başında, yabancı ortaklıkların millileştirilmesi ve 5 yıllık kalkınma planları gelir. Ayrıca, özel sermayenin kârlı bulmadığı için kurmaya girişmediği bazı kuruluşlar, fabrikalar -demiryolları gibi- yine devlet eliyle kurulmuştur. Bu arada, Osmanlılardan kalma “dış borçlar”ın da ödenmesi sürdürülmüştür.
Ancak, söz konusu politika, bütün yanlış tutumlarına karşın, dış yardım ve borçlanmalar olmaksızın bir ülkenin kendi kaynaklarıyla kalkınabileceğini, sanayileşebileceğini ispatlamıştır. “Ulusal ekonomi, ulusal sanayi” hedefine - bir ölçüde de olsa - yaklaşılmıştır. Böylece, 1931-1945 yılları arasında uygulanan devletçilik politikası, Türkiye’nin son 150 yıllık yarısömürgeleşme tarihinde, emperyalizme karşı yürüttüğü “en ciddi ve tutarlı başkaldırısı” olmuştur.
Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı ve ertesi, dünya tarihinde olduğu gibi, Türkiye tarihinde de bir dönüm olacaktır.
Türkiye, yeniden “bağımlı ekonomi”ye döner.
İkinci Dünya Savaşı ertesinde, Türkiye’nin iktisadi ve sosyal tablosu hayli ilginçtir. Siyasal iktidar, Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri “asker-sivil bürokrat kadrolar”ın elindedir. Ne var ki, o yıllardan bu yana -bir ölçüde- burjuvalaşmış olan bu kadrolar, toplumda çeşitli sınıf ve zümrelerin muhalefeti ile karşı karşıyadır:
Böylece, iç ve dış zorunluluklar, tek partili dönemden çok partili bir döneme geçişi gerektirmektedir ve “Kemalizm” de bu geçişe engel değildir.
Demokrat Parti, işte böyle bir ortamda doğar (7 Ocak 1946). Ve “ticaret ve maliye burjuvazisinin sözcüsü” olarak, toplumdaki “en geri ve kapitalizm öncesi kesimlerle”, yani tefeci, ağa, şeyh ve dinci ideolojiyle bağlaşıklıklar kurarak, onların sömürü ağı içindeki geniş halk yığınlarını çevresinde toplar ve iktidara gelir (14 Mayıs 1950).
Demokrat Parti’nin iktidar yılları (1950-1960), işte bu sınıf ve zümrelerin çıkarlarının nasıl korunup geliştirildiğinin örnekleriyle doludur.
- Demokrat Parti, “Toprak ağalığı düzeni”ni korumakla, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu rafa kaldırmakla büyük toprak mütegallibesinin gönüllerini hoş etti. Bununla da yetinmeyerek, Hazine topraklarını büyük çiftçilere peşkeş çekerek tarımdaki sömürü düzenini sürdürdü. Bu yüzdendir ki, toprakların belli ellerde toplanması olayı hızlandı. Gittikçe yoksullaşan, köylü yığınları da selameti “kentlere göç”te buldu. Günümüzdeki kentlerin gecekondu, sosyal mesken gibi dertlerinin kaynağı bu olaydır.
- Demokrat Parti, ticaret ve maliye burjuvazisine ve bunların da arkasındaki emperyalizme olan borcunu da, ticarette devlet müdahalesini azaltmak, yabancı sermayeye ayrıcalıklar sağlayarak özendirmek, onunla tatlı ortaklıkların kurulmasını desteklemekle yerine getirdi. Bunun sonucu, Türkiye’nin yeniden emperyalizme “bağımlı” bir ülke haline gelmesidir. İlerde, bu bağımlılık gitgide artacak; ülke, yeni bir “iflas”ın eşiğine gelecek ve “dış borçlar” kuşaklar boyu sürecektir.
- Demokrat Parti, Cumhuriyet’in en temel ilkesinden, “laiklik”ten “ödün” vermeyi başlatır ve sürdürür.
Sıra, demokratik ve anayasal düzendeki ilke ve kurumları çiğnemeye gelince, iktidardan 27 Mayıs 1960’ta uzaklaştırılır. Bu devrim, çağdaş bir anayasa ve ilkeler getirir. Ekonomi ve sosyal yaşam için de, yeni bir planlama çığırı açar. Ne var ki, bu çığırı hemen uygulamaya geçirmek yerine, tartışmalar “Plan mı, pilav mı?” tartışmasına, “Bu anayasa ile ülke yönetilemez” reddiyesine dökülür; daha başka tartışmalar bir boğuşmaya döner ve 12 Eylül 1980 darbesine varılır.
Türkiye’nin yeni bir dönemi başlar.
12 Eylül 1980 ile başlayan Türkiye
12 Eylül’den sonra yapılan ilk genel seçimlerde, ANAP iktidara gelir ve başkanı Turgut Özal azılı bir işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanıdır; 12 Eylül’ün laik ve demokratik Cumhuriyet düşmanlığını sahiplenmiştir. Turgut Özal Nakşibendilik \tile iç içedir.
Türkiye’de kapitalizm, 60’lı yıllarla girdiği “içe dönük, dışa bağımlı bir genişleme”yle 70’lerin sonunda tam bir bunalıma varır: Devlet, yeniden örgütlenmeyi istemektedir, ama Batı’nın ve yerli özel sermayenin istekleri doğrultusunda bir örgütlenmeyi dayatmaktadır. 1979’da hükümetin aldığı “24 Ocak Kararları” bunu sağlar.
Uygulanması da bir zoru gerektirmektedir.
“Siyasal örgütlenmenin en gerekli olduğu bir dönemde, demokratik kitle örgütlenmesinin en zorunlu olduğu bir dönemde, Türkiye bundan yoksundur. Kararlardan daha acı olan da budur.” (Yalçın Doğan, Sevr’e Dönüş, Cumhuriyet, 4- Şubat 1980)
Beklenen darbe 12 Eylül 1980’de gelir. Sol-sağ çatışması hemen durur. Ve Türkiye, hızla bir hapishaneye döner: Şiddetin hedefi, en başta solculardır. Başta taşınan ideoloji de, “Türk-İslam Sentezi” adına, faşizm ve dincilik karması bir bulamaçtır. Onun vurduğu ise, sadece solcular değil, topyekûn 1924 Devrimi, onun ilkeleri ve kurumlarıdır:
Olan biten, yeni bir anayasaya, 1982 Anayasası’na da yansır: Devrimci hüviyetinden soyunan “Kemalizm”, “Atatürkçülük” adıyla anayasaya serpilmiştir ve resmî söylemde adım başındadır; Cumhurbaşkanlığı da, anayasada tepededir, bütün anayasal sisteme egemendir.
İdeolojide bu başkalaşma, siyasal yaşama ve parlamentoya da yansır: Genel seçimlerde, ANAP iktidara gelir ve başkanı Turgut Özal da -az sonra- cumhurbaşkanı olur. Azılı bir işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanıdır; 12 Eylül’ün laik ve demokratik Cumhuriyet düşmanlığını sahiplenmiştir; soyut bir Osmanlı hayranlığında gelip durmuş bir kafa olarak, 1923 Devrimi’ne “Oldu bir kere!” diye bakmaktadır; modernizmi, laik boyutunu umursamadan, dinle uzlaşma aranışı içindedir; din anlayışı da, Müslüman tarikatlar içinde en tutucu ve gerici nitelikteki Nakşibendilik ile iç içedir.
Öte yandan, Demokrat Parti’nin sonlarından başlayarak, özellikle de Adalet Partisi ile sanayileşme Türk ekonomisinin ana hedefi olmuşken, Özal, üretimi değil bir tüketim ithal toplumuna, paradan para kazanmayı esas almaya doğru çevirir gelişmeyi; mağazalar ithal mallarıyla dolup taşarken, - Deniz Kavukçuoğlu’nun deyimiyle - bir “Vitrin liberalizmi” kurar. Bu arada, her türlü siyasal, sosyal ve moral kuralı hiçe sayan bir anlayışla, toplum ve devlet ahlakının canına okur. Gelişmelere tuz-biber eken de budur!
Bu saptırıcı ortamda, sosyal demokratların da gözleri dolduran örnek bir etkileri görülmez; çünkü, aralarında bölünmüşlerdir.
Siyasal bölünmüşlük, istikrarsızlık ve banka rezaletleri: 4 Kasım 2002 seçimlerinin eşiğinde durum budur.
Seçimlerden sonra, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), tek başına hükümet kurmak da dahil, büyük bir çoğunlukla iktidara geçmiştir. Sonucun bir özelliği de şudur: 1950’den sonra, dinci partiler, laik partilerin kimliği altında, onların koltuğunda parlamentoya taşınırken, bu kez, tek başına iktidardadır.
AKP, Refah Partisi’nin yetiştirmesidir. Parti, açık açık söyleyemeyeceğinden, tıynetini yaptıklarından belli eder: Daha ilk günlerden, imam hatiplilerin, türbanın ve -yasaklıları da dahil - Kuran kurslarının yanlısıdır.
Ve devlet örgütünde “kadrolaşma”ya girişir.
Çok geçmeden de, TÜBİTAK’ı ele geçirmek için saldırıya geçer.
Bellidir ki, yeni parti, Cumhuriyet’in temel ilkelerinin başında gelen “laikliği”nin düşmanıdır ve onu yok etmek için bir strateji saptar.
Öte yandan, Avrupa Birliği’ne girmeye talip olur: Bu talipliğin baş nedeni, kendi dinsel kimliğini gözlerden kaçırmaktır. Bir de, ordudan rahatsızlığını rahatça dile getirebilecektir.
AKP’nin kalkınma yolunda tavrı nedir?
Partide yer alanlar, Turgut Özal’ın eğitiminden geçmiştir: Türkiye’yi, devletçiliği terk ettirip başta yabancı sermayeye açmaktır. IMF’nin emri altındadır ve onun koştuğu şartlardan biri de budur. Hemen uygulamaya geçirilir: Ülke, çok geçmeden, üretmeden tüketme cenneti olur. İthalat, ihracatı gerilerde bırakır ve dış borçlar da alır başını gider. Geçmişten kalan bütün devlet fabrikaları da “babalar gibi” satılır.
Yalnız onlar değil, bütün kıyılar, dağlar ve tepeler sermayeye açılır.
Tarım, ithalatın olduğuna göre terk edilir, o da çöker...
AKP o kadar geri ve gericidir ki, İlhan Selçuk’un belirttiği gibi, “Türkiye’de, sermaye -var hızıyla- İslamcılaştırılıyor” (Bkz. Cumhuriyet, 15.7.2008).
Ya hedef alınan insan örneği nedir? Dindar!
“Muhafazakâr” nitelemesi iktidarın yaftası olur; ve çok geçmeden, Birleşik Amerika, Ortadoğu politikasında kullanılmak üzere “Ilımlı İslam” etiketine dönüşür. Birleşik Amerika, bunu yapmaya cüret eder; çünkü AKP, parti ve iktidar olarak kendi eseridir, kucağındadır.
AKP’nin iktidarı boyunca, laikliği çiğneme bir politika olup çıkmıştır...
(Sürecek...)
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
- Donald Trump'ın yeniden başkan olması dünya ekonomisini
- Ege'nin Gündemi'nde bu hafta!
- Dubai çikolatasına rakip
En Çok Okunan Haberler
- Erdoğan belayı satın aldı
- Protesto eden yurttaşlara polis müdahalesi!
- AKOM, İstanbul için 'saat' verdi: Çok kuvvetli geliyor!
- 5 yılda Türkiye'nin en büyüğü oldu: Nusret'e de satıyor
- ‘Kar leoparı’ neden cezaevinde
- Ünlü kebapçının kardeşi 20. kattan aşağı düştü!
- Kayyum belediyeyi kapattı!
- Trabzonspor'da ayrılık!
- Elazığspor'dan maça çıkmama kararı!
- Ali Koç'tan çok sert Kayserispor açıklaması!