Olaylar Ve Görüşler

Dersimiz Çanakkale!

09 Nisan 2015 Perşembe

Türk sineması Çanakkale Savaşı’nı keşfetti ama son dönemde yapılan bu filmlerdeki ortak yön, ne yazık ki olayları gösterişli bir şekilde arka arkaya sıralamaları...

Son Mektup filmini izleyen bir arkadaşımla konuşuyoruz. “Bu Çanakkale filmlerinde olmayan bir şey var” diyor. Haklı elbette. Olmayan şu diyorum, Kuruluş’tan, Kurtuluş’tan beri hâlâ tarihi film yapmaktan anladığımız olayları gösterişli bir şekilde arka arkaya sıralamak.
Türk sineması Çanakkale Savaşı’nı keşfetti. Önce Toprağın Çocukları, sonra Çanakkale Çocukları ve üstüne Turgut Özakman’ın kaleminden çıkma Çanakkale 1915 (2012), Çanakkale Yolun Sonu, Russel Crowe’lı Son Umut, sonra Son Mektup derken bir Çanakkale filmleri furyasıyla karşı karşıyayız.

En iyi örnek “Gelibolu”
Ama bu kadar filme rağmen ilginçtir ki hâlâ en iyi örnek olarak Peter Weir’ın Gelibolu filmini anıyoruz.
Bu filmlerde ‘olmayan şey’i anlamak için bir meseleyi vurgulamamız gerek, tarih ile hafıza arasındaki farkı.
Algımızı belirleyen unsurların başında ‘hafıza’ gelir. Hafıza ile zihin arasındaki ilişkiler karmaşıktır, Augustinus bunları bir kabul eder. Hafıza, anlamanın doğasında çok önemli bir yer tutar; zihin ve bellek özdeştir.

Geçmiş girifttir
Enformatik bir söylem olan tarihten bahsetmiyoruz çünkü tıpkı Godard’ın Histoire(s) du cinéma’da dile getirdiği gibi tarih, zaman boyunca olayların dizildiği bir çizgidir ancak aksine hafıza dikeydir. Olayların ‘içinde bulunmadan’ onlarla uğraşan ‘tarih’in aksine ‘hafıza’ hep olayların içindedir. Bir nevi, yaşananların sondasıdır.
Tarih gerçekleştirilebilir bir şey değildir, hatırlanır. O zaman da işler karışır çünkü kimse tek başına çizgisel olaylar dizisi olarak hatırlamaz geçmişi. Geçmiş girift bir yapıdadır.

Filmlerin temel sorunu
Çanakkale filmlerinin sorunu temelde tarihin peşinde koşmaları. Sinemalaştırılabilecek olan Tarkovskiyen bir şekilde anılardır, geçmiştir.
Bu filmler ise Hollywoodvari bir şeyi yapıyor, efektleri (neredeyse) başarıyla kullanıyor, konularını hassas tarihsel olaylardan seçiyor ve reel politikaya dair mesajlar verip açık ve dolaylı hamaset gösterilerine soyunuyorlar.
Bu da konjonktürel olarak hatırı sayılır gişe yapıyor. Buradaki, tam olarak ‘Hatırlamak yerine tarih yazmaya çalışmak’ patolojisi. Bu filmlerin asıl derdi meşruiyet sağlamak.
Bu nedenle dramaya değil göstermeye, görsel efektlere daha çok güveniyor, sürekli bir kanıtlama ihtiyacı duyuyorlar, Toprağın Çocukları’ndaki gibi sürekli referans verip, “bu olmuştur” diyorlar. Her şey net ve tek anlamlı olmak zorunda.
Oysa ‘hatırlama’ olayın çevresindeki başka şeyleri kendine çağırır. Muğlaktır.

Haber kipinde tarih anlayışı
Hatırlama çoksesli bir anlatı yaratılmasını sağlar. Çok katmanlıdır.
Bir savaşı anlatırken ana aksın çevresindeki diğer hikâyeleri de hatırlarsınız. Hatırlama bir tür sondajdır; ne çıkacağını bilemezsiniz.
Gerçek hikâyelerin çoğu insan faktöründen dolayı aynı yöne doğru akmaz, bu da tarihçiler dahil bazılarının hoşuna gitmeyebilir.
Bu yüzden bu tür hikâyelerden uzak durulur, haber kipinde bir tarihe yanaşılır.
Sözünü ettiğimiz filmlerin çoğunda, cephedeki karakterler arasında geçen konuşmaların ‘vatan’, ‘millet’, ‘şehit’ kelimelerinden başka şey içermemesi, bu filmlerin bu tür bir tarih anlayışı taşıdıklarının açık göstergesi. Son Mektup’taki gibi düşman askerlerinin sadece düşman askerlerden başka bir şey olmamaları da öyle.
Fetih 1453’teki cesetlerle dört yüz elli yıl kadar sonraki Çanakkale 1915’teki cesetler akrabadır, şehit olmak dışında bir kimlikleri yoktur onların.
Bu filmlerin çoğu onları diriltmeye çalışıyor. Son Umut’ta Crow oğullarının cesedini almaya giderken birinin dirisine kavuşuyor. Oysa onları diriltmeye değil hatırlamaya ihtiyacımız var.
Filmler Oscar Wilde’ın oksimoronunda olduğu gibi “hiç olup bitmemiş olanın kesin bir tasvirini yapma”ya çalışıyorlar ve anlatı anlamsızlaşıyor.
Mesela Çanakkale 1915’te Seyit Onbaşı’nın 215 okkalık mermileri binbir güçlükle kaldırarak namlunun ucuna sürmesi gibi savaşa dair herkesin bildiği, dinlediği bu hikâye ‘gerçek’leşemiyor, komik hale geliyor.
Senaryo yazarı Özakman’ın aynı anda vizyona çıkan rakibi Sinan Çetin’in Çanakkale Çocukları filmini eleştirirken söylediklerini hatırlayalım: “Çanakkale fanteziye gelmez!” Oysa hafıza fantezi olmadan çalışamaz!
Bu filmlerin ayrıntılarını tartışmak buraya sığmaz ancak özetle bizler için bunca tarih dersinden sonra galiba en doğrusu Herzog’un Queen of the Desert filmini beklemek.  

Yrd. Doç. Dr. MURAT TIRPAN Okan Üniversitesi

 

-

 

 

Operasyon Başarılıymış

 

31 Mart 2015 günü karanlık gün kuytusunda, karanlık bir eylem Türkiye’yi iyice kararttı.

31 Mart 2015 günü, yani Türkiye’nin baştan aşağı karanlığa tutsak olduğu gün, Berkin Elvan cinayetini soruşturmakla görevli savcı Mehmet Selim Kiraz iki terörist tarafından rehin alındı.
Böylece karanlık gün kuytusunda, karanlık bir eylem Türkiye’yi iyice kararttı.

Savcı susturuldu
Mehmet Selim Kiraz, Berkin davasının beşinci savcısı.
Dava süresince ilk kez Berkin’in katillerine Savcı Kiraz zamanında yaklaşıldı.
Berkin’i vuran polis ya da polislerin belirlenmesine ramak kalmıştı. Şimdi olayı daha iyi aydınlatmak için bu son tümceden hareket etmeli.
Gizli bir el, yani Gladyo savcı Kiraz’ın Berkin’in katiline ulaşmasını istemedi.
Sonuç: Savcı Kiraz öldürülerek susturuldu...
Rehin alma olayında kuşatmayı yapan polis her zaman avantajlıdır. Çünkü içerideki teröristlerin cephanesi sınırlıdır. Yaşamak için ekmeğe ve suya gereksinimleri vardır.
Yine birçok insani gereksinmeleri karşılamak zorundalar. Zaman geçtikçe sinirler gerilir ve yorgunluk başlar.

Canlı yakalamanın önemi


Saatlerin ilerlemesi, eylemcilerin kendi amaçlarına ulaşmadaki umutsuzluğunu artırır.
Giderek çözülmeler başlar. Emniyet güçlerinin asıl amacı, teröristleri canlı yakalamak olmalı. Canlı yakalanan her terörist, önemli bir bilgi kaynağıdır. Bilgi, istihbaratın temelini oluşturur. Bu da terör örgütünün çökertilmesi için altın fırsattır.
Baskını yapan teröristler konuşmak için bazı kişileri çağırdılar. Bu önemli bir fırsattı polis için...
Çünkü bu yolla teröristlerle diyalog geliştirilebilirdi. Bu yolla eylemcilerde kısmi rahatlama, gevşeme sağlanabilirdi. Bu olanaklar iyi kullanılmadı ne yazık ki...

Sorular
Savcı Kiraz’ın odasından iki el silah sesi geldikten sonra operasyonun başladığı söylenmekte. İki el ateş edilmişse savcıya. Vücudundaki beş kurşundan ikisi teröristlerin silahından çıkmışsa diğer üçü hangi silahlardan ateşlenmiş?
Teröristler, iyi korunan ve daha önce de silahlı saldırıların olduğu adliye binasına silahlarıyla nasıl girdiler?
Yalnızca avukat cüppesini ellerine alıp kravat takarak içeri girmek olanaklı mı? Kapıdaki güvenlikçilere hangi kimlik kartını gösterdiler.
Eğer silahlar üzerlerindeyse şüphe yaratmadılar mı? Yoksa silahlar başka bir kapıdan ya da pencereden mi içeri sokuldu? İki terörist, içeriden yardım aldı mı?
Bu ve benzer soruların yanıtları verilerek kamuoyu rahatlatılmalı.
Adliye baskını, AKP’ye yaramıştır. Neden mi? Berkin cinayetinde suçlulara ulaşmak isteyen savcı susturuldu.
Yandaş basına, Haziran Direnişi’ne saldırma, saptırma fırsatı verilmiştir.
İktidar öteden beri avukatların adliyeye girişlerinde üzerlerinin aranması için yasalar çıkarmaya çalışıyordu. AKP’ye bu antidemokratik yasa için fırsat sunulmuştur.
AKP iktidarı, baroları budamak için sinsi planlar kurmaktaydı.
Adliye baskını eylemiyle baroları linç kampanyası başlatılacak kamuoyunda...
Adliye baskınına nereden bakılırsa bakılsın AKP’nin lehine bir eylem.
Bu terör örgütünün adında “devrimci, halk, kurtuluş...” sözcükleri de olsa solculukla, devrimcilikle, halkla hiçbir ilişkisi yok!
Devrimciler halka karşı sorumludurlar ve taşeronluk yapmazlar.
Bir de işin en gülünç yanı, hükümet sözcülerinin operasyonu başarılı bulmaları...
Rehin savcı da teröristler de öldü. Bu nasıl başarıdır?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları


En Çok Okunan Haberler