Kanal İstanbul faciasından Sözcü davasına

02 Ocak 2020 Perşembe

Öncelikle yeni yılınızı kutlar, adı güzel 2020’nin (Yirmi Yirmi’nin) ailenize, sevdiklerinize ve size sağlık, başarı, keyif, ülkemize de barış, adalet, demokrasi getirmesini ümit ederim. Ama ne yazık ki bu sözleri uzatmaya fırsat bırakmıyorlar! Gündemin raydan çıkma hızı korkunç! Birkaç haftadır Kanal İstanbul dayatması ve tartışmaları ile boğuşuyoruz. Adamlar gözümüzün içine bakarak “Kanalın, Montreux Anlaşması’yla hiçbir ilgisi yok” diyebiliyorlar. Kanal’ın İstanbul’a, Trakya’ya, Türkiye’ye ekonomik, ekolojik, askeri, diplomatik açılardan vereceği zarar dev boyutlarda. İşin kötüsü, ciddi eksperlerle kamuoyu önünde hiçbir tartışma henüz yapılmamışken, çoktan bitirilmiş. Yandaşlar, Araplar, Katarlılar arsaları kapatmışlar. Yani iş sekteye uğrasa hepsi isyan edecek, “Ne demek? Bizlere naylon arsalar mı satıldı?” diye! Türkiye hayati bir konuda oldubittiye getiriliyor. Geriye dönüşü olmayan bir yola zorla sokularak, doğal jeografik yapısı adeta tecavüze uğratılmak isteniyor. Bizler de durdurmaya çalışıyoruz. Hani duyarlı yurttaşlarımızın, çevre ve şehircilik il müdürlüklerinde uzun kuyruklara girerek imzaladığı itiraz dilekçeleri var ya? İşte herkes bilsin ki, o itirazların adedi kaç olursa olsun, diyecekleri şu: “Gördünüz mü 16 milyonluk İstanbul’da topu topuna şu kadar kişi itiraz dilekçesi verdi”. Oysa bunun hiç önemi yok! Konu rakam değil. İsterse tek bir kişi itiraz etsin, onu zaten halk adına yapıyor. Olayı bu şekilde çığırından çıkarmaya kalkanlara verilecek tek cevap var: “Referanduma gitmeye cesaretiniz var mı?”

İnsanı deli edecek bu Kanal İstanbul oldubittisi ile boğuşurken karşımıza bir de Sözcü davasını sürdüler. “Hiç Emin Çölaşan veya Necati Doğru’dan FETÖ’cü çıkar mı? Bunlar deli saçması iddialar” filan mı dememi bekliyorsunuz? Bunları yanıtlamak bile, bu zavallı hayali senaryolara güç vermek olur. Söylenecek başka laflar var: “Bu sefer kim kandırdı sizi?” veya Yarın bu hâkim de diğerleri gibi kaçarsa, onun hakkında o gün neler diyeceksiniz?”, “Bu davaların da savcısı mısınız? Yoksa ‘bizlere bağımsız yargı karar verdi, n’apabiliriz ki?’ mi diyorsunuz?

Bu iktidar, dehşet salma merakına, olur olmaz sebeplerle o meşhur “Korku İmparatorluğu” havasını ısıtıp ısıtıp sunmaya doyamadı gitti!... Allah’tan bu sefer baltayı öyle bir taşa vurdular ki, kendi yandaşları bile isyan ettiler. Yani Akif Beki’ler, Nagehan Alçı’lar, hepsi “yeter artık” diyebildiler yüksek sesle! Aralarında kişisel sataşma, kavga, gürültü gibi onca polemik yaşanmışken, Ertuğrul Özkök ve Fatih Altaylı bile merkez medyadan insaf artık!” diyenler arasında. Yüzü kızarmadan, hiç kimse bu kararın arkasında duramaz, kefil olamaz.

Türkiye’yi belki de bunlar kurtaracak bu iktidardan: Gözlerinin tamamen kararmış olması ve kendi kendilerine verdikleri zararların bile ayırdında olamamaları... Hem de fark ile gelen İstanbul hezimetinden ders almadan, belediyelerin gidişatı hakkında yapılan anket sonuçlarına göz atmadan...


Cep Herkülü’ bildiğimizden de büyükmüş!

Naim filmine geçtiğimiz hafta sonu, çoğu insan gördükten sonra gittim. Ama iyi ki sinemada kaçırmadım. Gerçekten muhteşemdi. Mustafa Uslu, müthiş filmlere imza atmayı bilen bir yapımcı. Daha önce “Ayla” ve “Müslüm” de onun prodüksiyonuydu.

Bu filmlerin ortak noktaları: Gerçek yaşanmış hikâyelerden yola çıkmaları, inanılmaz başarılı yönetmenler ve aktörlerin elinden çıkmış olmaları, son derece mükemmeliyetçi sanat yönetmenlerine sahip olmaları, seyirciyi bazen mutluluktan, bazen milliyetçi duygulardan, bazen nostaljik frekans yüklemesinden, bazen ise üzüntüden ağlatmayı başarmaları... Bu filmleri ve üstün başarılarını seyrettikten sonra, neredeyse şunu diyeceğim geliyor: Gerçek hayatta yaşanmış önemli bir olay, bir serüven, dramatik bir yaşam dilimi, ancak bu seviyede filmi yapıldığı zaman izleyen halkın gözünde uçuşan taşlar yerine oturabiliyor! Bu filmlerden en az ikisini görenler, neden haklı olduğumu çok iyi biliyorlar. “Çiçero” ve “Türk İşi Dondurma”, belki bu diğer üç filmin başarı zeminini yakalayamadılar, ama onlar da büyük bir özen, emek ve araştırma sonucu doğmuş çalışmalardı. Onlara da şapka! Nasıl biz ressamların da her resmi aynı başarı seviyesini yakalayamazsa, halkın veya Uslu’nun da bu yapıtlar arasında tercihleri kaçınılmaz şekilde vardır. Ama bir konu dikkatimi çekiyor: Nasıl 80’lerle beraber Yeşilçam, daha çok “Yönetmen Sineması” moduna geçtiyse, sanki şimdi Uslu ile bir “Prodüktör Sineması” sayfası açılıyor.

Gelelim Naim’e: O yılları içinden yaşadık. Ama bizler bile işin iç yüzünün birçok virajını tam olarak algılayamamışız. O yıllar, bizlerin Turgut Özal’a karşı büyük bir muhalefet yürüttüğümüz dönem. Muhalefet, doğal olarak Özal’ın her hamlesini yerden yere vuruyordu. İşte o günlerde, Özal’ın Süleymanoğlu vakasını nasıl yerinde, haklı ve doğru bir şekilde kararlı bir operasyonla tamamladığını, satranç diliyle bir hamleyle dört taş alarak şah-mat yaptığını film çok güzel bir şekilde yansıtıyor. Ardından dünya çapında tarihi bir başarıya dönüşen bu hikâye, gözlerimizi yaşartmakla kalmadı, sayısız Dünya, Olimpiyat ve Avrupa şampiyonluğu ve rekoruna dönüştü. Ülkemiz o başarılara o kadar açtı ki... Ülke, Naim ağırlıkları kaldırırken, onunla nefesini tutar, onunla haykırır, onunla sokağa dökülürdü. Dünya “Cep Herkülü”nün başarılarını imrenerek izledi!

Naim’in sportif başarı olarak kıyaslanabileceği isimler var: Jean Claude Killy, Eddy Merckx, Peter Phelps ya da Roger Federer... Ama aslında bu diğer devler değil, tek bir isim onun yanına gelebilir: Muhammed Ali. 1968 kuşağının simgelerinden Ali, Vietnam Savaşı’nın kirliliğini nasıl bu uğurda hapse girmeyi göze alarak dünyaya anlatabildiyse, nasıl siyah Amerikalıların yaşadığı ırkçılığı durduran hamleleri yapabildiyse, nasıl bu mücadeleleri verirken dev başarılara imza attıysa, Naim Süleymanoğlu da, Bulgaristan’da Türk azınlığın yaşadığı korkunç muameleleri dünyaya taşıyan, sesini uluslararası arenada duyurup onları kurtaran isim oldu. İşte bu nedenlerle onu bugün tarihin en ünlü ve en çok iz bırakmış sporcusunun, Muhammed Ali’nin yanına layık görebiliyoruz.

Sola özeleştiri: O günlerde, -kendimden söz etmiyorum- Özal’ın örtülü ödenekten Naim için Bulgaristan’a 1 milyon dolar verebilmiş olması, ciddi bir eleştiri konusu olmuştu. Ama o konuda tarih ve zaman Özal’ı haklı çıkardı. Bu tabii diğer hatalarını örtmez ama alkış gerektirir!






Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları