Bir zamanlar Güneydoğu’da...

03 Şubat 2016 Çarşamba

Doğuda bir kasabada, yaşları yirmi beş, otuz civarı genç Kürtlerle bir masadayız.
Yemek yiyoruz.
Bir saatlik bir mesafede bir mahalle ateşler içinde yanıyor. Mahalleden üst üste ölüm haberleri geliyor.
Sitemle soruyorlar “Batı neden sessiz burada olan bitenlere?”
“Çünkü batıda başka bir hayat var” diyorum; “Sizin gerçeğinizle bizim gerçeğimiz bambaşka”.
Ayranlar geliyor.
“Ama bu sessiz kalmalarını gerektirmez” diyorlar.
“Sessiz değiller zaten; ellerinden geleni yapıyorlar ama silahlı mücadelenin sert iklimine herkes sizin gibi olumlu bakamaz; bunu isteyemezsiniz” diyorum.
Salatayı kaşıklıyoruz.
“Başka çaremiz yok” diyorlar.
“Sadece birkaç ay... Demirtaş gibi şahane bir insan son derece çağdaş ve esprili bir dille Kürtler adına politika yapmaya başladı ve en radikal ulusalcılar bile dönüp Kürt hareketine destek verdiler” diyorum. “Silahı tamamen bıraktığınız, hendeklerden vazgeçtiğiniz noktada her şey değişecek, biliyorsunuz”.
“Ama devlet bırakmıyor silahı; bizi durduk yerde öldürüyor; Suruç’ta, Ankara’da bize yaptıkları ne olacak” diye soruyorlar.
“İşte bu olacak; siz ölmeye ve öldürmeye devam edeceksiniz; silahlı mücadele ile devlet terörü arasında sıkışıp kalan vicdanlar suskunlaşacaklar; o kısacık mucizevi barış döneminde size yakınlık duyanlar başlarını yeniden kuma gömecekler ve mesele eskiden olduğu gibi yine ait olduğu yere; çıkmaza girecek...”
Tatlıları söylüyoruz.
“Ne yapsaydık, susup bizi öldürmelerini mi seyretseydik” diyorlar.
“Savaş istemeyen herkes tam anlamıyla vicdani retçi olduğu zaman; düzenli düzensiz tüm ordulara katılmayı reddettiği zaman barış gerçekten gelecek” diyorum.
“Bu imkânsız” diyorlar.
“Evet imkânsız; bunun imkânsız olduğunu ülkelerinin görkemli ekonomisini savaşlara borçlu olan büyük silah tüccarları bizden daha iyi biliyorlar. O yüzden öfkeler sistem tarafından, devlet maşasıyla ateşlenebilir bir halde hep burnun ucunda tutuluyor. O yüzden bizi zoraki bir şekilde birbirimizden ayıran kimlikler sanal dövmeler gibi alnımızın tam ortasına lanet gibi çakılıyor” diyorum.
Bir süre karşılıklı susuyoruz.
“Ama Kürtlere yıllarca neler yaptı bu devlet!” diyorlar; “Dilimizi yasakladı, sürgüne gönderdi, aç bıraktı, işkence yaptı, hor gördü...”
“Devlet yıllarca bu bölgede sizi köle gibi kullanan aşiretlerle işbirliği yaptı; sömürü üzerine kurulu bir düzende sizi devlet, bir ayağı Meclis’te, bir ayağı bu topraklarda olan zengin Kürtlerle birlikte harcadı; onu da unutmayın” diyorum.
Tatlının üzerine su içiyoruz.
Ardından kahve.
“Evet ama biz o aşiret ağalarıyla da savaşıyoruz; biz artık kendi kendimizi yönetmek istiyoruz” diyorlar. “Kendi kaderimize sahip çıkmak istiyoruz.”
“Doğrusu da bu” diyorum “Kendi devletinizi kurmalısınız ve bizim gibi kendi devletinizin kötülükleriyle, iki yüzlükleriyle tanışmalısınız; devlet kurmanın bedelleriyle yüzleşmelisiniz”.
“Bizimki öyle olmayacak ama” diyorlar.
Gülümsüyorum. Gülümsüyorlar.
Bir arabaya doluşuyoruz... Kasabalar arası devriye gezen tankların, TOMA’ların, arasından işgal altında bir ülkede gezer gibi yakınlardaki başka kasabalara gidiyoruz.
Yüzlerce yıl önce yapılmış yapıların harabelerine uzaktan bakıyoruz.
“Kürt ya da Türk diye bir şey yok biliyorsunuz değil mi; sadece kültürel farklılıklar bunlar... Kanımız ve tenimiz, genlerimiz aynı... Alevi, Şii falan da yok; Müslüman, Süryani... hepsi saçmalık; öğrenilmiş kültürler üzerinden sanki farklı ırklarmışız gibi asırlardır birbirimize düşüp duruyoruz.”
“O değil de” diye fısıldıyor kulağıma içlerinden biri: “Şu vicdani ret meselesi önemli... Aslında ben de senin gibi düşünüyorum. Ama biz bunları konuşamayız burada. İhanet sayılır...”
Yine susuyoruz.
“Kahve içelim mi şu kıl çadırda” diyorlar.
İçerisi loş, dışarısı aydınlık... Soğuktan buharlaşan nefeslerin ardında yüzler silikleşiyor, sesler titriyor, kelimeler donuklaşıyor...
O an, birlikte günler, geceler geçirdiğim bu yüzleri ve isimleri hızla unutmak istiyorum.
Bu korkunç savaş sürdükçe, onları üzücü bir haberin görüntülerinde ya da acılı bir listenin içinde görüvermekten ölesiye korkacağım.
Ama konuştuğumuz şeyleri asla unutmayacağım...
Bir zamanlar Güneydoğu’da... Ateşin tam ortasında...
Bunları konuşabildiğimizi, birbirimizi dinlediğimizi ve birbirimizin düşüncelerini, endişelerini önemsediğimizi unutmak da buralarda umuda ihanet sayılır...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yanık saraylar 4 Ağustos 2021
Patron çıldırdı 30 Temmuz 2021

Günün Köşe Yazıları