Olaylar Ve Görüşler

Osmanlıcaya Dair

14 Aralık 2014 Pazar

Son Milli Eğitim Şûrası’nda Osmanlıca tartışması yapılmış ve eski harflerle konu Osmanlıca olarak empoze edilmiştir. Oysa Osmanlıca-Arapça-Farsça ve Türkçenin karışımından oluşan bir bürokrasi dili olarak meydana gelmiştir.

Hem dış politikayı hem de iç politikayı izleyen bir akademisyenim. Milli Eğitim Bakanlığı’nca Antalya’da Milli Eğitim Şûrası toplanmış, Osmanlıca dersi için tartışma açılmış ve görüşe sunulmuştur. 65 yıldır Osmanlıca metinlerle haşır neşirim. Ancak şûrada tarihçi geçinip görüş bildiren akademik unvanlı öğrencilerimin de olduklarını basın haberlerinden öğrendim. Bu konuda bilgisi olmayan ve de Osmanlıcayı okuyamayan, maalesef ‘Prof.’ unvanını taşıyan ve “hamam oğlanı gibi” ya dekan ya da rektör olmak için soyunup fikir serdeden sözde akademisyenleri gördüm. Çok üzüldüm. Yukarıda da arz ettiğim gibi Türkiye’de Osmanlıcayı belki en iyi okuyan değil ama bilen 10-15 kişi arasındayım. Arapça-Farsça-Türkçeye hâkim olunmadan Osmanlıca öğrenilemez.
Size bir örnek vereceğim:
Ben yıllarca Başbakanlık, Tapu Kadastro ve Vakıflar arşivinde çalışmış bir hocayım. Bir gün çok iyi Osmanlıca bilen Mario adlı bir İtalyan profesör, cebinden bir belge çıkararak bana gösterdi. Mario’nun (Allah’ın rahmeti üzerinde olsun) kaydı Tapu Kadastro arşivinde de mevcuttur. Mario, Türk Tarih Kurumu’ndan (TTK) bir belge istemiş, “Ben artık yaşlandım, yakında Dar-ül Beka’ya yolcuyum. Eserimi tamamlamak için sizde mevcut olan belgeyi rica ediyorum” diye yazmış. Ben cevabı gördüm. Cevapta; istediğiniz belgeyi gönderiyoruz, Dar-ül Beka’ya iyi yolculuklar, diye yazmışlar. Altında dönemin TTK başkanının imzası vardı. İşte Osmanlıca!
Şimdi size Osmanlıcayla ilgili bir bilgi sunacağım.
1536’da Osmanlı Devleti ile Fransa arasında diplomatik ilişkiler başlayınca, Fransa her yıl 8-10 yaşları arasındaki Fransız çocuklarını Türkçe-Osmanlıca öğrenmeleri için İstanbul’a yolluyordu. Bu öğrencileri Marsilya Ticaret Odası finanse ediyordu. Bu öğrenciler (ki “jeunes de langues” dil oğlanları diye bilinir) İstanbul’da yetişkin yaşa gelince saraya kadar nüfuz ederek zaman zaman Osmanlı dış politikasını yönlendiriyorlardı. İşte Osmanlıcadan bir örnek daha...
Bilindiği gibi 1928 yılında Latin harflerine geçilmiştir. Bu tarihten itibaren Arap harfleriyle Türkçe yazılmış yazılara halkımız eski Türkçe demiştir. Bu yazı türü hiçbir zaman yasaklanmamıştır. Yasaklanmış olsaydı Türk Tarih Kurumu 1931’de ve Türk Dil Kurumu 1932’de kurulmazdı. Başta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih bölümlerinde öğretilmeye devam edilmiş, daha sonra da yeni açılmış üniversitelerin ilgili bölümlerinde de uygulanmıştır.
Son Milli Eğitim Şûrası’nda Osmanlıca tartışması yapılmış ve eski harflerle konu Osmanlıca olarak empoze edilmiştir. Oysa bir önceki mesajımda da belirttiğim gibi ortaya kavram kargaşası çıkmış, Osmanlıca-Arapça-Farsça ve Türkçenin karışımından oluşan bir bürokrasi dili olarak meydana gelmiştir. Osmanlı döneminde de bu bürokrasi dili ve yazısını bilenler çok azdı. Araştırmalar sonucu en iyimser tahminle yüzde 10’u geçmiyordu.
Rahmetli Özal döneminde Ermeni meselesi dolayısıyla arşivler gündeme gelince Başbakanlık Devlet Arşivi’ne 400 eleman alınmış, sınavları Prof. Dr. Kazım Yaşar Kopraman, Prof. Dr. Nesimi Yazıcı, Prof. Dr. Azmi Süslü ve zatımdan oluşan bir heyet tarafından yapılmıştır. Bu elemanların yüzden fazlası üniversitelere intikal etmiş, şu anda çoğu profesör olmuştur. Hülasa Osmanlıca ile halkımızın yerinde bir deyişiyle eski Türkçeyi karıştırmamak lazımdır. Dolayısıyla ben eski Türkçeye karşı değilim. Gençlerin de bilmesini can-ı gönülden isterim.
Bu vesile ile “mezar taşlarını mı okuyacaklar” diyenlere karşı, beni ve ailemi tanıdığını bildiğim Sayın Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’ndan, Türk Tarih Kurumu’nda vaktiyle Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç başkanlığında kitabeleri yayımlamak üzere stampajlarıyla hazırlanmış olan 1400 kitabenin (bir kısmı Yunanlılar tarafından kurşunlanan) 50 yıldan beri neden yayımlanmadığının soruşturulmasını hasseten rica eder, saygılar sunarım.  

Prof. Dr. REFET YİNANÇ

 

Kırılan Gerçek Kaya Gazı

“Kaya gazı, ekonomik getirisi ve çevre etkisi dikkate alındığında katlanılabilir veya vazgeçilebilir yakıt mıdır?”
Yeryüzünün derinliklerinde, toprağın yaklaşık bir kilometre altında çelik borular her yöne doğru uzanarak çalışmakta. Söz konusu borular vasıtasıyla toprağın altını çevreleyen kayalıklara yüksek basınçlı akışkanlar pompalanmakta ve hatırı sayılır büyüklükte enerji devrimi ABD’de yaşanmaktadır. Bunlar kaya gazı kuyuları olup Texas’tan Kuzey Amerika’ya ve değişik ölçektede Asya ve Avrupa’ya yayılmış durumdadır.
“Kaya gazı son zamanlarda geliştirilen en önemli alternatif enerji konusunu oluşturmakla birlikte, Fransa her yerde görülen yaygınlaşmış sivil toplum protestoları nedeniyle kuyulardan çıkarılmasını yasaklamış durumdadır.”

*

Son on yıllık süreçte “dikey delme ve hidrolik kırma” teknolojisinde yaşanan gelişmeler ABD’yi kendine yeten ve net gaz ihracatı yapan bir ülke haline getirmiştir. Bu durum modern altına hücum günleri olarak tanımlanablir. Birçok ülkede aynı durum hızlı bir şekilde yayılmakla birlikte bazı karşı oluşumlar yaşanmaktadır. Fransa’da kuyulardan çıkarılması geniş kamuoyu baskısı ile yasaklanırken Kuzey İrlanda’da kuyular fiziki tahribatla engellenmektedir.
Aslında kaya gazını çıkarma işlemi yeterince basittir. Operatörler kaya formasyonunun 500 ila 5000 m derinliğine inmekte, delici kafayı maksimum patlama sağlanması amacıyla yatay olarak kaya katmanı boyunca yerleştirmektedir. Borulardaki deliklere yüksek basınçlı kırıcı akışkanlar basılmakta, kaya çatlatılmakta, serbest kalan gaz borular vasıtasıyla yukarı çıkarılmaktadır. Kırılma/çatlamayı sağlayan akışkan genellikle yüzde 95-98 arasında su, yüzde 2-5 arasında kum ve yüzde 0.5 gibi çok küçük miktarda kimyasal katkılar içermektedir.

*

Karşıt görüşler nedir? Destekleyiciler, ABD’de 2011 yılında 34 milyar dolar değer yaratmış, 2007 yılında 6.023 m tCO2 olan salımı 2012 yılında 5.290m tCO2 ile son yirmi yılın en düşük seviyesine getirmiş olan kaya gazına neden itiraz edilmektedir. Öncelikle ulusal elektrik üretiminde kömür kullanımı ucuzlayan kömür fiyatları nedeniyle artmaya başlamıştır. Örneğin Birleşik Krallık sınırlarında elektrik enerjisinde kömür kullanımı 1990 yılından bu yana en yüksek düzeye ulaşmış ve 2012 yılı itibarıyla yüzde 39.4 olmuştur. Karşıt görüşte olanlar daha direkt olarak etkileri de ortaya koymaktadırlar. İçme suyunun kirlenmesi (ABD eyaletlerinin bazılarında görülen), kırılmalar sonucunda ortaya çıkan depremler (Kuzey batı İngiltere) ve hatta atmosfere salınan metan gazı da bu konulardan birini oluşturmaktadır.
Öte yandan bilgi eksiklikleri nedeniyle kaya gazının hayat ömrü bazında 500 g CO2-eq/kWh salımla kömürün yarısı kadar salım yaratırken konvensiyonel gazla karşılaştırıldığında yüzde 15 daha fazla olduğu görülmektedir.
Sonuç olarak bakıldığında kendine yeten elektrik santral enerjisini sağlayanlar dışında düşen kömür fiyatları nedeniyle uluslararası bazda yüksek kömür tüketimini teşvik edebilecek olan kaya gazı ile birlikte çok düşük salımlar içeren rüzgâr ve güneş enerjisinin dikkate alınması gerekmektedir. Örneğin İskoçya yerel hükümeti 2020 itibarıyla primer enerji ihtiyacının yüzde 40’ını rüzgâr ve gelgit (tidal) enerjisinden elde etmeyi hedeflemiştir.  

LEVENT FUAT DEĞİRMENCİ Ekonomist



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları