Olaylar Ve Görüşler

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve Türkiye

09 Aralık 2014 Salı

BM sözleşmesinin 20. yılında Türkiye’de aile, toplum ve politika yapıcılar çocuklara hâlâ toplumun bireyleri olarak değil, her anlamda bağımlı, edilgen aile üyeleri olarak bakmaktadır.

Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler’in (BM) 1989’da kabul ettiği Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’yi 9 Aralık 1994 tarihinde Bakanlar Kurulu kararıyla onaylamasının üzerinden 20 yıl geçmiştir. BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne damgasını vuran yaklaşım, çocukların kendi hayatlarını şekillendirmekte aktif rol oynayan ve özgür bireyler olarak görülmesidir. Çocukların ulusal politikalarda önceliği olmalıdır. Çocuk haklarının korunması ve iyileştirilmesi, bugün demokratik bir ülke olmanın temel gereklerinden biridir. Peki, 20 yıl önce iç hukuk kuralı niteliği kazanan Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin ülkemizdeki çocukların yaşamında iyileştirici bir etkisi olmuş mudur?
TÜİK verilerine göre bugün Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 30’u çocuklardan oluşmaktadır. Bu oran, çocuk nüfus oranı ortalaması yüzde 19 olan 27 AB ülkesi arasında en yüksek orandır. Türkiye’deki hanelerin yüzde 55’inde 18 yaşından, yüzde 21’inde ise 3 yaşından küçük çocuklar yaşamaktadır.
Türkiye genelinde 6-14 yaş arasındaki çocukların yüzde 3’ü okula devam etmemekte, bu oran 15-17 arasında yüzde 25’e yükselmektedir. 6-18 yaş arasında olan 15 milyon çocuğun yaklaşık yüzde 6’sı çalışmakta, erkek çocuklarda bu oran yüzde 8’e çıkmaktadır. ILO sözleşmelerine aykırı olmasına rağmen, 6-14 yaş arasındaki çocukların yüzde 3’ü çalışmakta, bu oran kırda yüzde 6’ya yükselmektedir. Türkiye genelinde çocuklar arasında yoksulluk oranı yüzde 33’tür. Çocuk yoksulluğu en yüksek olarak İstanbul’da görülmektedir. Ne yazık ki, toplam intiharlar içinde intihar eden çocuk oranı yüzde 10’dur ve bu oranda cinsiyete göre ciddi bir farklılık göze çarpmaktadır. Toplam intiharlar içinde intihar eden kız çocukların oranı yüzde 18’e yükselmektedir. Türkiye’de evlenen kız çocukların toplam evlilikler içindeki oranı yüzde 6’dan fazla iken, bu oran Güneydoğu Anadolu’da yüzden 10’a, Kuzeydoğu Anadolu’da yüzde 11’e, Orta Anadolu’da ise yüzde 12’ye yükselmektedir. Türkiye genelinde ceza ve infaz kurumuna giren hükümlülerin yüzde 2’si çocuktur.
Tüm bu veriler, Türkiye’nin çocuk hakları ve çocuk refahı konusunda ne kadar geride olduğunu ortaya koymaktadır. Cinsiyet, bölge, gelir ve eğitim düzeyi gibi etkenler çocuk hakları konusunda ciddi eşitsizliklere yol açmaktadır. Araştırmalar, çocuğun doğum yeri, anne-babanın eğitim düzeyi, birinci dil ve kardeş sayısının çocuğun yaşam fırsatları ve haklarına ulaşmasında belirleyici olduğunu göstermektedir. Bugün Türkiye’de her çocuk, eğitim ve sağlık gibi en temel hak ve hizmetlere ulaşma fırsatına sahip değildir. Mevcut yapısı ile eğitim sistemi sosyal hareketliliğe engel olmakta ve eşitsizliği yeniden üretmektedir. Türkiye’de aile, toplum ve politika yapıcılar, çocuklara toplumun bireyleri olarak değil, üzerinde söz sahibi olunan, yardıma muhtaç, manipülasyona açık, her anlamda bağımlı, edilgen aile üyeleri olarak bakmaktadır.
Her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul eden ve devletleri çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için azami çabayı göstermekle yükümlü kılan, çocuğa sosyal güvenlikten yararlanma hakkını tanıyan, çocuğun eğitim hakkını güvence altına alan ve bu hakkın fırsat eşitliği temelinde gerçekleşmesini savunan, çocuğun kendi kültüründen yararlanma ve uygulama hakkını taahhüt eden, oyun hakkını her çocuk için sağlık, beslenme ve eğitim gibi temel bir hak olarak gören BM Çocuk Hakları Sözleşmesi, bugün çocukların sınıfsal ve toplumsal eşitsizliklerin, kutuplaşmaların ve tektipleşmenin arasında kaldığı Türkiye’de yeterince önem verilmeyen çocuk politikalarına rehberlik etmelidir.
Türkiye’de çocuk hakları konusunda ciddi bir ekonomik, toplumsal ve kültürel dönüşüm gerekmektedir. Bu da ancak uluslararası standartlara uygun, kurumlar arası işbirliğine dayanan, kapsayıcı çocuk politikalarıyla mümkün olabilir. Ancak böyle bir yaklaşımla çocuklar, bağımsızlık, yaratıcılık, inisiyatif alma, kendine ve çevresine karşı sorumluluk, dayanışma ve çeşitliliğe saygıyı temel değerler kabul eden bireyler olarak toplumsal yaşamda aktif olarak yerlerini alacaktır.  

Y. Doç. Dr. AYŞE İDİL AYBARS ve Doç. Dr. FATMA UMUT BEŞPINAR AKGÜNER / ODTÜ

Bu Dünyadan Talât Geçti!

Kısa pantolonlu yıllarımızdan başlayarak Robert Kolej’de sınıf arkadaşım, şiir dünyasının büyük izler bırakan ustası, çok sayıda özgün araştırmaların sahibi, Türkçe ve İngilizcenin titiz uygulayıcısı ve yetmiş yıllık alçakgönüllü kardeşim Talât Halman’ı yitirdik. On bir gün önce İstanbul’daki kalabalık bir toplantıda ikimiz de konuşmacıydık.

Benim gibi, hiç yorulmayan, yaşından umulmaz biçimde bir ülkeden ötekine zevkle koşturan ve yepyeni konulara el atmayı göze alan Talât’ı geçen günkü toplantıda ilk kez bitik gördüm ve şaşırdım. Oysa kendimizi, yakın zamanlara değin, delikanlılara taş çıkaracak biçimde genç hissediyorduk. Örneğin dün denilecek yakın bir geçmişte ABD’de 41 üniversitede art arda konuşma yapmış, ayakta böbrek taşı düşürürken bile konuşmayı sürdürmüştüm.

Talât da bir anakaradan ötekine yetişir, en güç beğenen uzmanlara kendini zevkle dinletirdi. Bu değerli yaşam-boyu dostum, ozan doğmuştu. Yunus Emre, Shakespeare, Fuzuli, Sadi, Goethe, Puşkin, Milton, Tagore, Nazrul İslâm, Mayakovski ve Nâzım doğuştan ozandılar. Yüzünde tüy bitmemiş, kısa pantolonlu Talât da daha on iki yaşındayken aruzla dizeler döktürür, sınıfta kalkar okur, başka bir ustanın mısraında “burada vezni bozmuş” sözünü önce o söylerdi. Birkaç yıl içinde Şeyh Galip, Fikret ve Haşim’den İngilizceye çeviriler yaptı. Horace, Keats, Wordsworth, Masefield, Moore ve Houseman gibilerini de Türkçeye aktardı.

Daha sonraları eski Anadolu ve Ortadoğu şiirlerini topladı, Rumi’yi Türkçeleştirdi, Yunus Emre’yi (Anadolu tadını bozmadan) İngilizceye çevirdi, Laz fıkralarını bile şiirle anlattı. Tüm Shakespeare sonelerinin Türkçesi onundur. Saymakla bitmez. Yazdıklarının yalnız başlıklarının sıralandığı ayrı bir cilt var. İki büyük acı yaşadı. Biri Boğazlar Komutanı amiral babasının bir ameliyattan sağ çıkmayışı ve Seniha’yla onun gepgenç oğullarının bir New York penceresinden düşmesi. İkincisinden sonra bana yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Artık ölümü yaşıyorum.” Ama bu iki olay dışında şiir cennetindeydi. Fazıl Say nasıl müzikle yaşıyorsa, Talât da şiirle yaşıyordu. Böylesi bir daha ne zaman gelir?

Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV

Lima'daki İklim Konferansı

Dünyanın dört bir yanından heyetler küresel boyutlu önemli bir konuyu görüşmek üzere bugünlerde Lima’da bir araya geliyor: İklim değişikliği. COP20 - 20’nci Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı - Aralık 2015’te Paris’te düzenlenecek olan Dünya İklim Zirvesi öncesi son büyük toplantı olma özelliğini taşıyor. Alman hükümeti, 2015’in iklim değişikliği konusunda son derece önemli bir yıl olduğuna inanmaktadır. Çünkü 2015 yılı küresel ısınmayı 2°Celsius altında tutabilmek adına harekete geçmemiz için son fırsatımız. Bilim insanlarına göre, iklim değişikliğinin muhtemelen doğurabileceği ağır kuraklık, taşkın ve olası ciddi gıda kıtlıklarının önüne geçebilmemiz için bu adım hayati önem taşıyor. Bunu başarabilmemiz için de mutlaka kapsamlı, hırslı ve bağlayıcı bir küresel iklim sözleşmesine ihtiyacımız var.

Bu yöne doğru siyasi bir atılımın oluşabileceğine dair umutlar var. Geçen eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-mun’un daveti üzerine düzenlenen İklim Zirvesi, 2009 yılında Kopenhagen’daki müzakereler sonrası ilk kez devlet ve hükümet başkanları arası diyaloğun tekrar başlaması için bir fırsat sundu. Tanınmış ekonomistlere göre, ekonomik büyümeye paralel olarak iklim risklerinin azaltılması gibi siyasi kazan-kazan senaryoları kesinlikle mümkün görülüyor. Günümüzde birçok şirket “yeşil teknolojilere” ciddi yatırım kaynakları ayırmaya başladı. Ve insanlar da bu tür bir değişimi talep ettiklerini örneğin New York, Londra, Paris ve dünyanın başka yerlerinde düzenlenen “Halk İklim Yürüyüşleri”yle (People’s Climate March) dile getiriyorlar.

*

Almanya ve AB ortakları bu alanda üzerlerine düşen katkıyı sağlamaya hazır. Ekim ayında AB ülkeleri devlet başkanları tarihi bir uzlaşmaya imza atarak 2030 yılına kadar sera gazı emisyonunu 1990 yılına oranla “en az” yüzde 40 azaltmayı karara bağladılar ki, bu ileri gelen sanayi devletleri arasında şimdiye dek belirlenen en radikal iklim hedefidir. Karar iddia bakımından emsalsizdir çünkü kararın hukuki bağlayıcılığı var ve karar tüm AB bölgesini kapsamaktadır. AB buna ilaveten sektörel bazda yenilenebilir enerjilerin payının en az yüzde 27 olması, en az yüzde 27’lik bir gösterge enerji verimliliği sağlanması ve emisyon ticareti sisteminin konsolidasyonu gibi bazı bağlayıcı kararlar aldı. 12 Aralık tarihine kadar sürecek olan Lima’daki İklim Zirvesi birçok nedenden dolayı önemli. Birincisi, Paris öncesi müzakerelerin başlayabilmesi için katılımcı devletler bir antlaşma metninin taslağında uzlaşmalıdır. Ayrıca her ülkenin kendi iklim hedeflerini resmen belirlemesini bekliyoruz (Intended Nationally-Determined Contribution, INDC). Ülkeler arası karşılaştırma ve değerlendirme sürecinin başlayabilmesi için mart sonuna kadar Türkiye gibi önemli ülkelerin INDC’lerini açıklamalarını ümit ediyoruz. İkincisi, iklim değişikliğinden çok etkilenen ülkelerin bu değişimin olumsuz etkilerine uyum sağlayabilmesi, emisyonsuz ve iklim değişikliğine dayanıklı şekilde kalkınabilmesi için iklim finansmanı alanında ilerleme kaydetmemiz gerekmektedir.

Başbakan Merkel, temmuz ayında Almanya’nın yeni “Yeşil İklim Fonu”na yaklaşık 1 milyar dolar aktaracağını duyurmuştu. Almanya, fona ilk büyük katkıyı sağlamanın gururunu yaşıyor. Son olarak tüm katılımcı devletlerin 2020 yılından önce sera gazı emisyonunun azaltılmasına yönelik kararlılıkla çaba göstermesini diliyoruz. Çünkü 2020’ye kadar bekleyip zaman kaybetmemeliyiz.

Almanya küresel emisyonun yaklaşık yüzde 2’sinden sorumlu. Diğer AB ülkelerini de hesaba katığımız zaman yaklaşık yüzde 10’luk bir pay söz konusu. Yani AB iklim değişikliğine karşı yürütülen mücadeleyi tek başına kazanamaz. ABD ve Çin gibi yüksek miktarda emisyon salgılayan ülkelerin AB’yi örnek alarak kendi iklim hedeflerini duyurması bizi cesaretlendiriyor. Federal hükümet, Türkiye’nin bu alanda önemli bir rol üstlenebileceğini düşünüyor. Bu önemli konuda Türkiye ile birlikte çalışacağımız için mutluluk duyuyoruz.

EBERHARD POHL / Almanya Federal Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları