Quo vadis ‘Absurdistan?’

22 Ağustos 2019 Perşembe

Bir hafta uzaklaşmak bile, dönünce adeta resmin tümünü birden görme şansı tanıyabiliyor. Ben de tatilden dönünce o şansı yakalayabildim. Sevindiğimi söyleyemem.
Ülkedeki gelişmelerin, rejimi hareket ettiren aklın mantığını kavramak çok zor. Olayların çoğu insana gerçeküstü hatta, absürd geliyor. Bu olayların gittiği yönü saptayabilmek gerçekten zor. O nedenle aklıma başlıktaki iki sözcük geldi. Birincisi Roma yanarken lir çalıp seyreden İmparator Neron’u anlatan bir filmin başlığıydı. İkincisini, akla sığmayan olaylar ülkesini betimlemek için ben uydurmuştum.

Trajik ve komik
Akla sığmayan olayların başında rejimin İdlib macerası (pardon operasyonu diyecektim) geliyor. Rejim ve yanında durmaya kararlı şoven milliyetçi akıl için bu operasyonun bir mantığı var gibi görünüyor. Evet, ortada ABD ile yapılmış izlenimi veren, ne anlama geldiği, neyi hedef aldığı hâlâ belirsiz de olsa bir “şey” var. Evet rejim küresel jeopolitik içinde Rusya ile aynı sayfada olduğunu da düşünüyor. AKP rejimi de jeopolitiğin bu iki tektonik tabakasına birden, aradaki fay hattına düşmeden, basmaya devam edebileceğine inanıyor. Ancak, bir iç savaşın yaşandığı ülkenin topraklarına, savaşı kaybetmekte olanları desteklemek için ve de hava sahasını korumaya almadan bir askeri konvoy göndermenin trajik sonuçlar yaratmasını beklemek gerekmez miydi?
Sonra Genelkurmay “...Rusya Federasyonu ile aramızdaki işbirliği ve diyaloga aykırı olan bu saldırıyı şiddetle kınıyor” ve ekliyor, “...tekrar etmemesi için gerekli tedbirlerin ivedilikle alınmasını bekliyoruz.” Açıklamanın en azından Rusya’yı sorumlu tutan kısmı gerçekçi, ama ölenler ve yararlananlar da Rusya ile eşitsiz bağımlılık ilişkilerinin trajik boyutunu sergiliyor. Açıklamanın adeta “biz önlem alamıyoruz bari sen al” gibi, ülkeyi “iktidarsız isteyen” durumunda bırakan ikinci kısmıysa trajediye komik bir boyut ekliyor. “Quo vadis?” dedirtenler bunlarla sınırlı değil.

Trajik ve absürd
Ekonominin resesyonda, inşaat piyasasının hızla daralmakta olduğunu tatile gitmeden önce biliyordum, bütçe açığının büyümekte olduğunu da... Bankaların sorunlu alacaklarının 400 milyar liraya ulaşmış olduğunu, dolayısıyla kredi piyasasının komaya girmiş olduğunu AKP’nin bankaşirket kurtarma paketi sayesinde öğrenmiştim. Yine de TL’nin biraz toparlanmış olmasının tüm “ama geçicidir” yorumlarına karşı pozitif bir yanı vardı.
Döndüğüm gün TL hızla değer kaybetmeye başladı. Gençler arasında işsizliğinin yüzde 37 düzeyine ulaştığına ilişkin bulguları da sorunlu alacaklar sorunuyla birlikte değerlendirince, şimdi artık bir “resesyondan” değil “depresyondan” söz etmek gerekiyor. Bu da resmin trajik boyutuna ait. Rejimin tepkisiyse ne yazık ki resmin absürd boyutuna.
Enflasyon artarken, TL değer kaybederken faizlerin zorla düşürülmesi, bütün ekonomi teorilerine ters bir saçmalıktı. Şimdi de rejim, zaten batık kredilerden dolayı mali dengeleri hızla bozulan bankalara, daha fazla kredi vermeleri için baskı yapıyor; dahası bunu bir banka krizinin ekonomi üzerindeki olası etkilerini frenlemeye hizmet edebilecek “zorunlu karşılık oranlarını” düşürerek, riskleri daha da büyütme pahasına yapıyor. Büyümeye devam eden bütçe açığını, vergi gelirleri yerine, israfı artırmaya devam ettiği için olacak, Merkez Bankası transferiyle yamamaya çalışıyor. Rejim santralları, değerli Hazine arazilerini satışa çıkarıyormuş. Bu durum adeta bir yılanın kuyruğunu yiyerek yaşamaya çalışmasına benziyor.
Nihayet Diyarbakır, Mardin ve Van’ın HDP’li belediye başkanlarının görevden alınarak yerine kayyım atanması, rejimin doğasını konuşmadan seçimlere umut bağlamanın absürdlüğünü ortaya koyuyordu. “Sırada İstanbul, Ankara mı var” derken, CHP sözcüsünün “Seçimle gelen kayyımla gidecekse sandık anlamını kaybeder” ifadeleri -ki bu ilk kayyım olayı değildi ve sandık da Meclis gibi anlamını çoktan kaybetmişti- CHP’nin protestolara katılmama kararı, başkanının “sokağa çıkmak, protesto etmek gibi durumları doğru bulmuyoruz” açıklaması da absürde komiği ekliyordu.
Anlaşılan siyasi aktörler şimdi üçe ayrılıyor: Yapanlar, konuşanlar ve konuşarak meşruiyet makinesi olarak çalışanlar. Bu da bizi yine “Quo vadis” sorusuna getiriyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları