78'liler... / 8

04 Ekim 2008 Cumartesi

80 kuşağının 12 Eylül’ü darbe yemiş 78’liler oldu
78 kuşağı orta yaşa doğru yürürken artık sadece geçmişiyle baş başa değildi. Bir de yaşamı vardı. Birken iki, ikiyken üç, derken dört olmuşlardı.
Aile içinde kitleselleşmişlerdi.
Aile içi tablo zaman zaman Türk filmlerini aratmayacak zıtlıklardaydı:
Bugüne ait her şey, geçmişe ait hiçbir şey!
Pek çoğunun başlıca kaygısı şu olmuştu:
Bizim yaşadığımız acıları onlar yaşamasın.
Bu tümce pek çok ailenin başlıca yaşam çizgisi olmuştu. Kendi geçmişlerinden pişmanlıkları yoktu. Çok güzel şeyler istemişlerdi. Bunun için çaba harcamışlardı, bedel de ödemişlerdi.
Ama çocukları?
Onlara bu yaşamı önerebilirler miydi?
Hayır, büyük çoğunluğu önermekten yana değildi.
Elbette Aziz Nesin’lik bir şakaydı, ama arada bir görüştüğüm, tanış olduğum bir kişi çay arasında şöyle mırıldanmıştı:

“Hayatta bütün dileğim, oğlumun sağcı olması... Hiç değilse bizim çektiğimiz acıları o çekmez. Üstelik hayatta önü hep açık olur...”

Bir başka kuşaktaş da Anadolu’dan Ankara’ya üniversite eğitimi için getirdiği oğlunun yine de siyasetle ilgili olmasını istiyordu, ama çok ileri gitmesini de istemiyordu.
O zaman ne yapmalıydı?

Gazetede bir çay içimi sohbet ederken oğluna şu çerçeveyi çizdiğini söylemişti:
“Oğlum dedim, Cumhuriyet kadar solcu ol... Ne ileri git, ne iyice pasif bir çocuk ol...”
Başlık “ezilmemiş, ayakta kalmayı başarmış” 78 kuşağına elbette ters. Aslında olması gereken o. Ne diyor Alman sosyal demokrasisinin ezeli önderlerinden Brandt:
Bir insan 20’sinde komünist, 30’unda sosyalist, 40’ında sosyal demokrat olur!
Zaten Almanya ve öteki Avrupa ülkelerinde 68 kuşağından gençlerin gidişi de genel olarak böyle oldu. 20 yaş kuşağında dünyayı hemen değiştirmek isteyen pek çok genç, yıllar sonra usul usul, uslu sosyal demokrat oldular. Yok yok çok da uslu değildiler, ama 68’e oranla!

78 kuşağının bir başka damarı da şu yolu benimsedi:
Her türlü mücadeleye devam... Asıl olan yaş değil, heyecandır... Ama, çocuğum asla!
Bu kesimin çoğu çocuğunun iyi bir eğitim almasını sağladıktan sonra şunu önerdi:
“Evladım, bir yolunu bul, yurtdışına git...”
Arkasını şöyle getirdi:
“Ve dönme!”



ÜNİVERSİTELER
1402 kıyımı

12 Eylül’e solkırım adını takmamızın en haklı temellerinden biri üniversite öğretim üyelerine yönelik uygulama... 12 Eylül öncesinde terörün gölgesinde bilim ve eğitim yapmak durumunda olan öğretim üyeleri 12 Eylül’den sonra da 1402 sayılı sıkıyönetim yasasının kıskacına girdi.

Cavit Orhan Tütengil’in, Ümit Doğanay’ın Bedrettin Cömert’in acıları daha dinmeden, bilim adamları bu kez öldürümle değil ama, yaptırımla üniversitelerinden koparıldılar.
1402 sayılı yasa, üniversitelerden bakanlıklara devlete bağlı olarak çalışan herkesi bağlıyordu ve “sakıncalı” görülenler ya devletten atılıyor ya da başka yerlere sürülüyordu. Bu yasa uyarınca hakkında işlem yapılan kişi sayısı 18 bin 500’ü geçiyordu. Bu rakamın belli başlı mesleklere göre dağılımı şöyle:

Hakkında işlem yapılan düz devlet memuru 7 bin 200, öğretmen 3 bin 800, güvenlik görevlisi bin, din görevlisi 270, öğretim üyesi 120, mülki amir 35, hâkim-savcı 47...
“İşlem” temelde iki türlü oluyordu:
Sürgün ya da ihraç.

Görevine son verilenlerin sayısı 5 bine dayanıyordu...
En çok ses getiren “görevine son verme” doğal olarak üniversitelerde oldu. Hiç ama hiç teröre bulaşmamış bilimadamları bir gün ellerinde sarı zarf ömürlerini verdikleri kürsülerinden ayrılmak zorunda kaldılar. Başta güvenlik görevlileri olmak üzere kimi alanlarda ihraç edilenlerin küçük bir bölümü ülkücüydü, büyük çoğunluk sol görüşlü kişilerdi... Ancak üniversitede görevine son verilenlerin tümü sol yelpazede düşünceleri olan öğretim üyeleriydi.

Çareler arandı                                                                                                                                       Bir anda bütün haklarından yoksul bir şekilde işsiz kalan öğretim üyeleri çareler aramaya başladılar. Kimileri şöyle düşündü:
“Dilimiz var, bilimsel çalışmalarımız da yerinde, acaba bizi Avrupa’daki üniversiteler kabul etmez mi?”
Deneyenler oldu, ama başaramadılar.
Özellikle Prof. Korkut Boratav, pek çok üniversitenin kapısını zorladı, olmadı. Kaderin cilvesine bakın ki, babası Prof. Pertev Naili Boratav da 50’li yıllarda üniversiteden koparılmıştı. Paris’e yerleşen Prof. Boratav, üretimini dünya ölçeğinde sürdürmüştü. Ancak oğul Boratav’a aynı kapıyı açmadılar. Korkut Boratav da Zimbabwe’ye gitti.
Türkiye’de üniversiteden atılıp Afrika’da kucak açan bir üniversite bulmak...
Belki de o dönem üniversitelerimizin durumunu ortaya koyan en gerçekçi fotoğraf...
1402’likler uzun süren yargı mücadelelerinden sonra eski görevlerine dönebildiler.

 

Mahir dediler, Hüseyin dediler bir isim daha saydılar

90’lı yılların ilk dilimi, karanlık 80 kuşağından biraz daha farklı geliyordu. Gençler Özal döneminin ardından eser miktarda politikleşiyordu. Bizim de sözümüz var, diyorlardı...
68’ler, 78’ler, devamında ölü mü ölü 88’lerden sonra 90’larda geçmişte olanların izini süren irili ufaklı hareketler belirlemeye başlamıştı. Bu fotoğraf Cumhuriyet’in Ankara Bürosu’na gelen gençlerin profilinden de açıkça görebiliyordu.
Deniz Gezmiş’i tanımak istiyorlardı...
Mahir Çayan’ın ne yaptığını merak ediyorlardı...
Ulaş Bardakçı’nın adından söz etmeyi sevenler vardı...

77-80’in en çok atılan sloganlarından biriydi:
Mahir Hüseyin Ulaaaaaş
Kurtuluşa kadar savaş!

94-95 yıllarıydı... Bir Mayıs’ı en azından alanlarda kutlamak isteyen gruplar daha yüksek sesle, bunu dile getiriyorlardı. Ancak izin verilmiyordu... O yıllar Cumhuriyet’in Ankara Bürosu, Kızılay’ın hemen üstünde, Meclis’in altındaydı. Staj için gelen, açıkgöz, gazeteciliğe meraklı stajyerlerden biri odama girdi:
“Abi 1 Mayıs nasıl kutlanacak merak ediyorum, ben de izleyebilir miyim?”

Başına bir şey gelmesinden de endişe ediyordum ama, heyecanı hoşuma gitti. “Git ama, dikkat et... Gazetecilerin bulunduğu taraftan başka yere gitme, dönüşte gördüklerini notlar halinde yazacaksın” dedim...
“Tamam abi” dedi, fırladı çıktı...

Miting korktuğum gibi olaylı geçmişti. Göstericilerle polis arasında gerilim çıkmıştı.
Bizim stajyer iki saat sonra geldi. Heyecanlıydı... Meslek hoşuna gitmişti ama bazı anlamadığı şeyler vardı...

İzlenimlerini sorduğumda aynen şöyle başladı:
“Abi ya... Mahir dediler, Hüseyin dediler, bir isim daha söylediler, sonra da kurtuluşa kadar savaş diye haykırdılar...”
Kimdi üçüncü isim diye ısrar ettim...
Çıkartamadı!

90’ların başında Türkiye böyle bir kuşakla 2000’lere hazırlanıyordu. 80 gençliğinin 12 Eylül’ü acı çeken 78’liler dedik ya... O gençler öylesine günlük gelişmelerden uzak yetiştiler ki... Ankara’da bir grup araştırmacı gençliğin eğilimlerini, siyasetle ilgisini araştırmak için ankete koyuldu... Sorulardan biri şuydu:
- Kenan Evren kimdir?
Cumhurbaşkanlığı koltuğunu 1989’da bırakıp Marmaris’e çekilen Kenan Evren’i gençlerin önemli bir bölümü tanımıyordu. Kimileri şu yanıtı verdi:
Kenan Evren futbolcudur!
12 Eylül iradesi gençliği siyasetten, ülke gerçeklerinden öylesine uzaklaştırmıştı ki...
Kendisinden bile!



Cezaevleri cehennemi

12 Eylül depreminin en şiddetli hissedildiği yer neresidir, sorusunun yanıtı hiçbir zaman değişmeyecektir: Cezaevleri...

Başlangıçta gözaltı süresi 90 gündü. Zamanla daha demokratik hale getirildi ve 30 güne indirildi. Gözaltı süresinin bu kadar olduğu ortamda en küçük bir suç olasılığında tutukluluk süresini düşünün!

Cezaevlerinden gelen haberler yaşamı seçmenin ölümü seçmekten daha zor olduğunu gösteriyordu. Koşulları detaylandırmak yerine birkaç örnek verelim...
Türkiye’de genel olarak şöyle bir algı var:
12 Eylül 1980’de darbe oldu. 6 Kasım 1983’te genel seçimler yapıldı ve yeniden çok partili parlamenter sisteme geçildi!

Doğru, süreç böyle işledi ama, 12 Eylül mantığı cezaevlerinden uzun süre gitmedi. 1986 yılında, yani 12 Eylül’ün altıncı yılında cezaevlerindeki koşulları kabul etmeyen, istemlerinin yerine getirilmesini isteyen tutuklu ve hükümlüler açlık grevlerine başladılar. O dönemin yaygın eylemlerdendi açlık grevleri... Örneğin sevk zincirinin kaldırılması isteniyordu. Kabul görmüyordu...

Bunun üzerine kimi tutuklu ve hükümlülerin cezaevleri değiştirildi. Eskişehir’den Aydın’a getirilen tutuklu ve hükümlülerden ikisinin öldüğü haberini alınca ben de gazeteci olarak olayları izlemek üzere Aydın’a geldim. Milliyet’ten Cumhuriyet’e geçmiştim. İzmir Temsilcimiz Hikmet Çetinkaya ile birlikte Aydın’a geldiğimizde olup bitenleri öğrendikçe yüreğimiz, midemiz her şeyimiz ağzımıza geliyordu...
Ölen iki kişinin otopsisi yapıldı. Savcılığın otopsi raporu şöyleydi:
“Mideleri bulunamamıştır.”
Açlık grevinin sonucunda tablo buydu...

80’li yılları cezaevinde geçiren 78’liler için bu dönem, hızla büyüme, hayalleri bir pranga olarak ayaklarında hissetme dönemiydi. Cezaevinden cezaevine sürgünler, cezaevi içinde karışık koğuştan hücreye gidip gelmeler, her şey dahildi.
O dönem açlık grevinde ölenlerin sayısı 14’tü.

Bir noktanın daha altını çizmekte ve sormakta yarar var: 1983’te çok partili dönem yeniden başladığına göre 12 Eylül cezaevlerinde ve pek çok alanda neden bitmedi?
Çünkü, darbe mantığının uygulayıcısı salt asker değildi. Sivil bürokraside görev yapıp öylesine katı uygulayıcılar vardı ki, tarifini yapmayalım!
İzmir Buca Cezaevi’nden bir başka örnek...

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi birinci sınıf öğrencisi Gürsel, yasadışı örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştı. Yakınları bir umut gazeteleri dolaşıyorlardı:
“Çocuğumuz Tıp Fakültesi’ni kazandığında nasıl sevindik, anlatamayız... Şimdi şaşkınız... Nasıl olur, 18 yaşındaki bir genç yasadışı örgüt üyesi olsa bile, adam öldürmemişse, silaha bulaşmamışsa aylarca cezaevinde tutulur mu?”

Bizim de elimizden haber yapmaktan başka bir şey gelmiyordu...
Gürsel’in cezaevinden yazdığı mektubu getirdiler. Okuluna dönmek istiyordu:
“Tıp Fakültesi benim başlıca idealimdi... Bir an önce okuluma dönmek istiyorum...”
Gürsel, aynı şeyleri mahkemede de söylüyor, tahliyesini istiyordu...
Olmadı... Birkaç duruşma daha tutuklu kaldı... Yanılmıyorsam tutukluluğun üzerinden iki yıl geçmişti, bu kez mahkemede başka bir Gürsel vardı...
Gürsel, artık tahliye istemiyordu...
Siyasal savunma yapıyordu!

 

İlhan Erdost ve hayatta ol-mamak!

Döneme damgasını vuran cezaevlerinin başında Mamak geliyordu. Mamak’ta ne oldu sorusuna verilebilecek ilk yanıt da şu olsa gerek:
7 Kasım 1980’de yayıncı İlhan Erdost dövülerek öldürüldü!

12 Eylül’ün kasırga etkisinde sürdüğü günlerde cezaevine girmek demek her türlü suçu işlemiş olmak ve infaz sürecine girmiş olmak demekti...
Onur Yayınları’nın sahibi Muzaffer Erdost ve İlhan Erdost kardeşler 7 Kasım 1980’de gözaltına alındılar. Ardından Mamak Cezaevi’ne... Kendilerini geniş bir karşılama ekibi bekliyordu:
Tekme, tokat, yumruk, cop...
İki kardeşin dört er tarafından saatlerce dövülmesinin tek nedeni vardı:
Yayıncı olmak!
Yani kitap yayımlamak...
Terörü durdurmak için işbaşına gelen 12 Eylül, kitaba karşı copu kullanıyordu. Muzaffer Erdost, küçük kardeşi İlhan’ın 6 yıl önce belinden ameliyat olduğunu erlere söylüyor ve şunu istiyordu:
“Onun beli sakat, onu dövmeyin... Dövecekseniz beni dövün...”
Saatler süren dayak saldırısından sonra yaşamını yitiren İlhan Erdost’a acımasızca vuranlardan birinin burada doğrudan görevli olmadığı, Ankara Etlik’te oturan, askerlik gö-revini başka yerde yapan bir sağcı militan olduğu daha sonra ortaya çıktı.
İlhan Erdost’u öldürenler yargılandılar ve çeşitli hapis cezalarına çarptırıldılar. İlhan Erdost da kardeşi Muzaffer Erdost’un adında yaşadı ve adının yanına kardeşininkini koydu:
Muzaffer İlhan Erdost.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

ABD gezisi iptal gibi! 25 Nisan 2024
ABD ile Hamas gerilimi! 24 Nisan 2024
Istakozgiller! 23 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları