Mutluluk ve acı: Yanılgı

Kadir Doğulu, "Şikâyet etmeden çalışırım. Sistemin içinde kalıp sistemi değiştirebilmek için. Sadece şikâyet edersen mümkün değil değiştirmen, sistemden çıkarsan da değiştirmen mümkün değil. Kalacaksın şikâyet etmeyeceksin, ümit edeceksin ve çalışacaksın. Set arkadaşlarımla konuşmanızı tavsiye ederim bu anlamda. Elimden geldiğince ezber bozuyorum sette" diyor.

Yayınlanma: 15.03.2020 - 19:30
Abone Ol google-news

Kadir Doğulu, ilk kez tiyatro sahnesinde. Haldun Dormen’in ve Göksel Kortay’ın yazdığı, Kortay’ın yönettiği oyun Amiral Battı Kaçıyorusss’ta heyecanlı mı heyecanlı, ürkek mi ürkek, yalan söylemeyi beceremeyen ama buna da mecbur olan Caner rolünde. Onu benim gibi ekranlardan takip edenleri ters köşe yapıyor. O bildiğimiz romantik, karizmatik adam gidiyor, yerine komik, tikli, yerinde duramayan bir adam geliyor. Doğrusu aklımdaki Kadir Doğulu imajından sıyrılıp seyir keyfine geçerken biraz bocaladım. Sonra temposu hiç düşmeyen oyunun akışına bıraktım kendimi... Oyunda, 1980’lerde, emekli bir amiralin evinde, Türkiye’ye iltica etmek isteyen dansçı Rudiyef’i saklamak isterken, çığrından çıkan olaylar anlatılıyor. Doğulu ile oyunu vesilesiyle buluştuk. Sohbetimiz, insan olmanın derinliklerine uzandı. Oyunculuk, çocukluğunda düşmüş aklına ama hemen olamamış, başka işler yapmış, başarılı da olmuş. Oyunculuk kapısını çalana dek kırılmadan, dökülmeden yoluna devam etmiş. Bugüne uzanan hikâyesinden bir kesit aşağıda...

Doğulu, gelecek sezon Hint uyarlaması yeni bir diziyle ekranlarda olacak. TRT’deki dizisi Vuslat, 44 bölüm sonunda final yaptı. Doğulu, “Setimizde insani şartlarda medeni ortamlarda çalışmayı başarabildik. Yapımcısından yayıncı kuruluşuna bütün ekip arkadaşlarıma teşekkür ediyorum. Hepsi medeni toplum olabilme maketini desteklediler. Çok güzel bir iş çıkardık. Harika bir yolculuk oldu. Umarım buradan giden herkes gittiği her sete götürür, o meşaleyi canlı tutar” diyor.

Önce oyununuzla başlayalım. İlk kez tiyatro sahnesindesiniz…

Bir kaç girişimim olmuştu önceden - hem kişisel hem de bir gruba dahil olarak.-  Dizi sektöründe, çalışma saatlerini ve set programlarını aksatmamak için bir tiyatro oyununa dahil olunması, özellikle başrol oyuncularının aynı anda tiyatro yapması, riskli görülebiliyor. Son işlerimde tiyatroya adım atma hususundaki yoğun arzumla bu algıyı kırmış ve anlaşmalarıma tiyatro yapmama engel olabilecek herhangi bir madde ekletmemiştim, fakat bir türlü takvimleri denk getirememiş ve herhangi bir oyuna dahil olamamıştım. Üç beş sene uğraştım, yapamadım. Bir gün yaparım düşüncesiyle hayatıma devam ediyordum. Bir Londra seyahatimden dönüşte havaalanında Göksel Kortay’la karşılaştık. İstanbul’a kadar çok güzel sohbetimiz oldu. O sohbetten bir sene sonra Göksel Kortay aradı beni, “Sahneye böyle bir oyun koyacağım, metin bu, Caner diye bir karakter, oynamak ister misin?” diye sordu. “Kabul ediyorum” dedim hemen. Haldun Dormen ve Göksel Kortay’ın yazdığı bir metin... Öyle başladı macera.

 Komedi oynama arzunuz da gerçekleşmiş oldu…

Evet... Ben oyunculukta çeşitlilik göstermeyi çok istiyordum. Ülkemiz dizi sektöründeki belli başlı kalıplaşmış algılar nedeniyle bunun aksi yönünde ikna edilmeye çalışılsam da fikrim bu anlamda değişmedi. Komedi hayallerimden biriydi ve tiyatro sayesinde deneyimlemiş olmaktan çok mutluyum.

 Ama siz olduğunuz gibi çok iyisiniz bence... 

Teşekkür ederim ama çeşitlilik göstermek iyi olur. Oyuncunun renk kartelası, yelpazesi geniş olmalı. O yelpazeyi genişlettiğimi, yapabildiğimi, bununla da mutlu olduğumu göstermek istedim izleyiciye. Bunu da tiyatroda göstermeyi tercih ettim. Göksel Kortay’la başlamak nasip oldu, harika bir kaynak hanımefendi.

HER TÜRLÜ ENGEL AŞILABİLİR

Nasıl hazırlandınız? Komik, tuhaf ve tikleri olan bir adam Caner…

Benimle alakası yok. Kadir, daha sakin, dingin, ne istediğini bilen birisi, Caner hiç öyle değil. Ürkek, heyecanlı...

 Sizin de tikiniz vardı değil mi eskiden?

Şimdi yok, üzerine çok gittim. Burada (kafa) bitirdiğiniz zaman o refleks kalmıyor... Bir buçuk sene uğraştım. 

 Artık kimse sizi sıkıştıramıyor yani…

Evet (gülüyor). O da başka bir şey, ne olduğunu insanın kendinin keşfetmesi lazım, anlatılacak bir şey değil. Üzerine gidilince çözülemeyecek hiçbir şey yok. Normal dediğin birisini görüyorsan, sen de normal olabilirsin, birisini başarılı görebiliyorsan sen de başarılı olabilirsin. Önündeki engeller, zihinselse ya da ruhsalsa bunları keşfetmek de kişinin kendisine kalıyor. Her türlü tik, her türlü başarısızlık, tembellik, hoşnutsuzluk ne varsa engel, aşılabilir her şey...

 Güzelmiş... 

Caner’i anlatıyordum... Vücut hareketlerini ben koydum üzerine, tikli, hareketli bir adam çıktı ortaya. Göksel hocam çok beğendi, buraya kadar getirdik. Yaklaşık iki - iki buçuk ay çalıştık üzerine... 

 Size nasıl geri dönüşler oldu?

Çok iyi... İlk üç oyun şunları duydum: “Ünlüye oyun yapmışlar endişesiyle geldik” dediler. Dürüstlükleri çok hoşuma gitti. “Oyunun sonunda, hatta ilk 15 dakikadan sonra o kırıldı, gerçekten başarılı bir oyun çıkartmışsınız” diye bir sürü iltifat aldım. Fısıltı gazetesi... Çok iyi reklamımız yapılmış,  dolup taştı salonlar.

 Heyecanlandınız mı sahneye çıkarken?

Çook. Bir oyunculuk tecrübemin olması, buna hazır olmam bir avantaj. Dizide ya da sinemada hata yaptığınız zaman kestik deyip başa dönebiliyorsunuz, burada öyle bir şey yok.  Bir saat 45 dakika sürekli sahnedeyim ve sürekli konuşuyorum. İlk oyunda, birinci sayfa geçti, ikinci sayfa geçti, üçüncü sayfada diyalogları unuttum, arkadaşlarıma bakıyorum, mimiklerimle durumu anlatmaya çalışıyorum, anlamıyorlar. Sonra dördüncü sayfanın başından devam ettim. Trak geldi. Ama o heyecanı Caner'in aşk heyecanına çevirdim, iyi oldu. Tiyatroya ilk başlarken karakterimin Caner olması avantajıma oldu. 

 Sevdiniz mi tiyatroyu?

Çok sevdim. Sürekli bir uyanıklık gerektiriyor, ben uyanıklıkla çok ilgilenen birisiyim. Tiyatro bunun için harika bir idman yeri ve muhteşem bir sanat dalı. Kolektif bir bilinçle ortaya çıkan güzel şeyin getirdiği neşe ve haz başka bir şeymiş, onu anladım. Çok da değerli insanlarla tanıştım ve çalışmaya başladım o da ayrı bir güzel oldu.

KOLAY PARA ALGISI VAR MAALESEF

Az önce bahsettiniz ya sözleşmelerden... Dizi sektörü sizi zorladığında nasıl aşıyorsunuz?

Pek çok iş için bu geçerli elbet ama oyunculuk gerçek anlamda sevmezseniz yapılabilecek bir iş asla değil. Oyunculuk yapmak isteyen insanlara, hep bu soruyu kendilerine sormalarını tavsiye ediyorum. Şan, şöhret, para, tanınmışlık, tembellik... Tembellik de böyle şeylere yönlendirir, kolay para diye görülüyor çünkü, dışarıdan öyle bir algı var maalesef. Haklılar da... Magazin, yaşadığımız çevrenin yansıtması, sosyal medya buraya yönlendiriyor. Kızmamak lazım izleyiciye ya da bu işe heves eden insanlara, gelip denesinler. Benim tavsiyem neden istediklerini gerçekten kendilerine dürüstçe itiraf edebilmeleri. Ben bir gün “yeter ben bu işi yapmayacağım” demedim, ben bir gün set arkadaşlarımla ters düşmedim, “çok yoruldum beni eve gönderin, artık gideceğim” demedim. Benim en çok sevdiğim şey set ortamı. İnsanlarla iletişim. İlk hedefim oyunculukla ortaya çıkardığım işle neşelenmek, o neşeyle hayatıma devam etmek. O çok değerli bir neşe, başkası olabilmek...

 Oyun oynamak…

Evet... Oynamak... Sette kurduğunuz dünya... Telifler, uzun çalışma saatleri, zor şartlar... 

 Siz bu konularda hakkını arayan da bir oyuncusunuz…

Sadece kendimin değil, bütün ekibin. Benim için önce kendi konforum değil ekibin konforu gelir. Çalıştığım son üç dört projede, yapımcılarımızla ters düşmek pahasına dahi olsa bunu dayattım. Yani yalnızca şahsımın değil, o işte emeği olan her bir insanın mutlu, huzurlu, emeğinin ve hakkının karşılığını alarak çalıştığından emin olmak ilk önceliklerimden.

 Genelde çok ses çıkaran olmuyor sanki ama sizi takip ediyorum…

Susmam. Hiç susmam. 

ŞİKÂYET ETMEDEN ÇALIŞIRIM

 Davalar da kazandınız telif hakkıya ilgili…

Oldu, hep ekip arkadaşlarım için yaptım. Kazandığım parayı da bağışladım mesela. O buraya girmedi. (Cebini gösteriyor.) Ekip için bir direnişti. Kendi hakkım da vardı işin içerisinde...  Yapımcı, herkesin parasını ödedi, bana ödemedi, benim aslında herkes parasını alınca işim bitmişti ama dava açılmış oldu, 7 yıl sonra sonuçlandı. O para faiziyle geldi. Çok değerli yapımcılar var, istisnalar kaideyi bozmuyor. İnsana değer vermeden, sadece para kazanmak hedefiyle çalışan insanlar getirdi bu işi buraya. Ben sebat ettim. Şikâyet etmeden çalışırım. Sistemin içinde kalıp sistemi değiştirebilmek için. Sadece şikâyet edersen mümkün değil değiştirmen, sistemden çıkarsan da değiştirmen mümkün değil. Kalacaksın şikâyet etmeyeceksin, ümit edeceksin ve çalışacaksın. Set arkadaşlarımla konuşmanızı tavsiye ederim bu anlamda. Elimden geldiğince ezber bozuyorum sette. Bundan memnunum. Neslihan (eşi Neslihan Atagül) da ben de uzun çalışma saatlerini sözleşmeye yansıttığımız bazı maddelerle değiştirebiliyoruz. Belli günlerde, belli saatlerde çalışırız diye. O zaman bütün ekibe sirayet ediyor bu. Dizi 7 günde değil 5 günde 4 günde çekilir hale geliyor.

 Şu an mesela dışarıda çekim yapıyorsunuz, rüzgâr esiyor, soğuk... Zor... 

Eksi 15’te çalışıyorsun, eksi 30’da, fırtınada, yağmurda, karda çalışıyorsun, 40 derecede çalışıyorsun, üstünde ceketle. Her şey kayıt sözünü duyana kadar. Nasıl oluyor? Yine insanın kendisinin keşfetmesi lazım. Anlatımı zor. Donuyorum, karavandan çıktım, “üç iki bir kayıt deniyor” soğuk gidiyor, üşümek yok artık.

"Ressamlık, heykeltıraşlık, oyunculuk, müzisyenlik, dağcılık, marangozluk, cam ustalığı, manavlık, bisiklet tamirciliği... Bunlar sanat. Motordan anlamak sanat. Ben çok isterdim arabanın motorundan anlamak, her ustanın başında bekliyorum, izliyorum. Sen bu çocuğa daha ilkokulda bu mecraları göstersen, belki yönelecek. Bir demiri bükmek o çocuğun ruhunda neler yaratır düşünsenize... Bir odunu zımparalayarak, yontarak şekil verdiğinde yaratabilme kudretini görecek. 'Bu bir kütüktü, bu bir oyuncak oldu' diyecek. Sonra da 'ben bir şeyi değiştirebiliyorum' diyecek. Değiştirme fikri aşılanacak."

KİMSE HAYALLERİNİN PEŞİNE DÜŞMESİN

İlk ne zaman düşmüştü oyunculuk aklınıza?

Çocukluğumda.

 Çocukluk hayalinizi yaşıyorsunuz diyebilir miyiz?

Hayal ve hayalperestlikle ilgili radikal düşüncelerim vardır. Kimse hayalperest olmasın, hayallerinin peşine düşmesin. Hayal değil o ümit etmek bana göre. Aklında imaj haline getirebilirsin yaşamak istediğin hayatı, hayal gibi gelebilir. Hayalperestliğe kaçma ihtimali olduğu için hayal dendiği zaman duruyorum ben. Rüya, hayal falan yok. Bunlar akıl oyunları. Hiç gerçekçi değil. Ümit var, dua etmek var... İnsanlar ümit edecekler. Ben de herhalde çok sağlam ümit etmişim buraya (kalbi) yazmışım, olmayınca küsmemişim. Çocukken de böyleydi bakış açım.

 Olmuyor dediğiniz zaman ne olmuştu?

Ailede başlıyor. Görüyorlar yeteneğinin olduğunu ama... Komedi skeçleri yazıp bir sürü şey yapardık aile arasında takdir görürdü. “Kadir ne güzel yapıyor bu işi” derken sosyal ekonomik sınıflar bazen başka şeyler yapmaya mecbur bırakıyor aileleri. İlk öncelik, çocuğun ilgi duyduğu alanda eğİtimi olmuyor. Çocuk yaşlarda küsmediğim için kendimle gurur duyuyorum ama bugün anlıyorum neyin ne olduğunu. Başka bir meşrepteymişim. 

OLMAYAN ŞEY GERÇEK DEĞİL Kİ!

 İyimser bir çocukmuşsunuz demek ki…

Mutlu bir çocuktum. Belki de bana dayatılan sistemin içinde yaşayamayacağımın farkındaydım... İhtiyaç diye dayatılanların hiçbiri benim ihtiyacım değildi. Oyuncu olamıyor muyum, önemli değil. O araba alınmıyor mu, önemli değil. O okula gidemiyor muyum, önemli değil... Çünkü başka önemli bir şey var hayatta onu bulmak benim derdim. Onu bulma niyetinde ve hevesinde olduğum için olmayan şeylere üzülmedim genel olarak. Bana hep “ne kadar kalender, ne kadar pozitifsin” derler. Hiç öyle değilim. Bunun gerçek olmadığının farkındayım. İyimserlik olmayan bir şeye üzülmemek değil, olmayan bir şeyin gerçek olmadığını fark etmek. O kitap benim olamadı, e tamam. Zaten benim değildi ki. Alan kişi ya da bana vermeyen kişi niye üzülüyor ki. Bir olay karşısında kişinin içinde uyananla kişinin kendisinin uğraşması lazım. Kırılıyorsa “ben niye kırılıyorum” diye sorması lazım. “Kıskanıyorsa ben niye kıskanıyorum” diye sorması lazım. Çocukken kırılmıyordum ama neden kırılmadığımı da bilmiyordum. Önüme çıkan şeylerle ilgilendim. 28 yaşımda karşıma çıktı oyunculuk o zaman da seve seve kabul ettim.

 Ya çıkmasaydı?

Çıktı ama. Çıkmasaydı ihtimal değil artık...

 Bu bakış açısı da güzelmiş, insanlar tek bir şeye odaklanıp onu da elde edemeyince başka bir sürü fırsatı kaçırabilir.

Uyanık olmak... Bana göre insanın algılarını kapatan her şeyden uzaklaşması lazım. Mutluluk da buna dahil. Mutluluk ve acı bana sorarsanız yanılgı. İnsan çok mutluyken de tutamayacağı sözler veriyor. Arkasından üzüntü, kırgınlıklar, yalnızlıklar gelebiliyor. Kalp kırabiliyor, altından kalkamayacağı işlere girebiliyor, yine çok mutluyken kendini kontrol edemeyip fiziki sıkıntılara sebep olabiliyor. Acı çekerken de öyle, kalp kırabiliyor.

TEK BİR GERÇEKLİK VAR PÜR NEŞE

Mutluluk ve acı arasındaki denge mi önemli olan?

Dengesizlik.

 İlginç... Biraz açalım mı burayı?

İnsan dediğiniz o dengenin farkına varan ve o dengeye de içinde yaşattığı o fırtına ve o dengesizlikle hüküm sürebilen bir varlık. Doğada farkındaysanız şu çınar ağacı hükmedemiyor, ayı hükmedemiyor, kaplan, bir dağ hükmedemiyor... Ama insan hükmediyor. E onlar dengenin bir parçası çünkü insan bu dengenin parçası değil. Bir dengesizlik yaşatırsa burada (kalp) ve burada (akıl) o dengeye hükmedebiliyor. Rüzgara hükmedebiliyor, ateşe hükmediyor... Tamam doğal afet olduğu zaman bir siliyor götürüyor ama hâlâ insan var. Demek ki bir şeyin bilincinde. Bilinç dediğiniz şeyde acı ve mutluluk nedir? Bu tarafa gidersem ne olur, bu tarafa gidersem ne olur? Bunların dengesinin farkına varıp, ortada dengesizlikte buluşmak. Her şeyi merkezinde bırakıp bazen buraya (sola), bazen buraya (sağa) kaymak... Ortasına geri gelmek ama bu bir denge unsuru değil. Çünkü bir denge olursa belki acının içerisinde dengesini buluyor bazısı. Ordan çıkabilmek bir dengesizlik. Bunu kavramsal olarak insanların düşünmesi lazım. Dengenin zıddı dengesizlik diye düşünmemesi lazım. Dengeyi anlamak için provakasyon için dengesizliği kullanması lazım. Ne olur mutluluktan çıkarsam? Denge unsuru olan mutluluktan çıkıp dengesizlik denilen şeye geldiği zaman ne olur diye düşünmesi lazım.

 O zaman siz öyle uçlarda bir mutsuzluk yaşamıyorsunuz. Belki de yaşadınız bu noktaya geldiniz…

İnsan... Çok acılarla, kedere düşebileceğim olaylarla karşılaştım. Elimden geldiğince sağlam durdum. Onun gerçek olmadığını kendime anlattım. Çünkü travmaya dönebilir, yanlış bir algıyla yanlış şeyler yapmaya sebep olabilir. Önce bir dakika katlanabiliyorsunuz, acıya düşüyorsunuz. Sonra iki dakika rabıtayı sağlayabiliyorsunuz, yine acıya düşüyorsunuz. Sonra üç dakika, üç ay, üç yıl... Sonra bir bakıyorsunuz rabıta sağlam oluyor. Oruç dediğiniz tam olarak bu zaten. Orucun kelime anlamı tutmak demek Türkçe. “Acıya düştüm kendimi tutamıyorum.” Tut. Önce bir dakika, “Hiç derdim yok, ağlamıyorum, düşmedim.” Sonra yine düştün, iki dakika, üç dakika... Bu talimle mümkün. Beş dakika, on dakika, üç saat, üç ay... Artık düşmüyorsun, gerçek olmadığını biliyorsun, yanılgı. Tek bir gerçeklik var neşe. Pür neşe. Ölümde, doğumda, acıda, kederde ne olursa olsun onların kaynağında hep neşe var, o neşeyi bulamadığında insan acıya ve mutluluğa düşüyor.

Kadir Doğulu, Göksel Kortay rejisiyle sahnelenen Amiral Battı Kaçıyorusss oyunuyla tiyatro sahnesinde. "İnsanlar tiyatroya gitmeli, ne olduğunun önemi yok, drama komedi, kara komedi neyse adı... Devlet tiyatrolarına, şehir tiyatrolarına, özel tiyatrolara... Orada yaratılmak istenen şeyden, hemhal olma niyetinden faydalanmalı. İyi de bir aktivite, insanı zihinsel zorluklardan uzaklaştırıyor. Bizim oyun da öyle, her gelen memnun çıkıyor, daha şikâyet eden kimseyi duymadık" diyor.

SÜREKLİ UYANIK OL ANDA KAL

 Belki de sahip olma hırsıyla ilgili bütün bunlar…

Bravo. Ölüm korkusunun getirdiği biriktirme, elindekini kaybetmeme, sahip olma... Tam olarak bu. Sahip olduğunu bırakırsa bir boşluk çıkacak ortaya o boşluğu neyle dolduracağını bilmiyor.  Boşluk çıktığı zaman da nahoş olaylara fazla kayıyor.

 Bilgelik yolundasınız anlaşılan... 

(Gülüyor) Yok, estağfurullah...  

 Yoğun set programı, çalışma koşulları derken aşmışsınız…

Tam olarak öyle. Bunu (aklı) çok fazla meşgul ederseniz, hakikatle haşır neşir olmaya başlıyorsunuz. Bunu (kalbi) aradan çıkarmak lazım. Kişinin kendisini dahi aradan çıkarması lazım yoksa gerçeği göremiyor.

 Nasıl olacak o?

Mümkün... Talimle. O yüzden uyanıklık dedim. Sürekli uyanık olma hali, anda kalmayı çoğaltıyor. Bir dakika, iki dakika, üç dakika, üç ay... Sonra farkına varıyorsunuz, görebiliyorsunuz. O zaman da insanlar şunu diyor “Bu adam yapabiliyor, ben de yapabilirim.” Ben de bunun için yapıyorum. Sen de yapabil diye, o da yapabilsin diye...

 Sizin yakınınızda olanlar bu bakış açınızdan faydalanıyordur…

Öyle diyorlar. Kişinin kendisini anlatması kadar bedbaht bir durum yok. Kendim için değil hep birilerine gerçeği gösterebilmek için bu çabam. Orda pür neşe var. Niye cennet denilen bahçede gül toplayıp koklamak varken, cehennem denen yerde bu azabı yaşasın insanlar. 

İNSANIN ENVAİ ÇEŞİT ANNE VE BABASI OLUYOR

Anneniz ve babanız ne diyor geldiğiniz noktaya?

Memnunlar. Çok değerli insanlar. Ellerinden geldiğince, bildikleri kadar, hayatın onları yoğurmasıyla, kabuklarının  müsade ettiği kadar bize hep hakikati, doğruyu göstermek istediler. Belli bir süre sonra onlar salmasa da biz kaçtık avuçlarından. Gerçek anne babalarımızla tanışmaya başladık. İnsanın envai çeşit anne babası oluyor. Sadece doğuranlar, dünyaya gelmenizi sağlayanlar değil. Çok kötü birisi de annelik yapabiliyor, ibretlik öğreti veriyor sana. Anne çocuğuna hep şefkatle yaklaşır. O yüzden de hayata tam olarak hazırlayamaz anne çünkü hep bir sevgiyi ve yumuşaklığı öğretir. Ama biri çıkar seni öyle bir yapar ki, baktığında çok nahoştur, işte orda uyanık davranırsan, ikinci defa başına gelmez. O ibretlik öğretiyle ömür boyu aynı yere daha düşmezsin.

 KARARLARI GECE VERİRİM

Kolay karar verir misiniz herhangi bir şey hakkında? Bu anlattıklarınıza göre kararsızlıkla işiniz olmaz gibi geldi bana…

Şöyle bir makale okumuştum, insan gün içerisinde üç ya da dört sağlıklı karar verebiliyor. Düşünün uyandığınız andan itibaren vermek zorunda olduğunuz kararları... Niye giyeceğinden tut da arabaya binip sağa ya da sola dönmeye kadar. Geceden karar veririm ben. Kostümcü arkadaşıma sorarsınız 12 gündür aynı kotu giyiyorum. Üç dört aynı tip kotum, sekiz ya on tane tişörtüm var dolabımda, üç beş montum, iki üç ayakkabım.... İnce uzun bir elbise dolabım var. Sabah kalkınca siyah kotumu, büyük ihtimalle üzerine beyaz tişörtümü ya da siyah tişörtümü giyer, üzerine de sweatshirt ve ceket giyer çıkarım. On on iki gün aynı kıyafetle dolaşırım. Kalkar giyinirim, başka şeyleri düşünürüm. Bir yandan da aslında kararları biz mi veriyoruz? Önüme geleni doğru değerlendirmeye çalışırım, hakikatini anlamaya çalışırım. Sabah kalktığımda üretmeye çalışırım, bahçemle ilgilenirim, köpeklerimle, tavuklarımla ilgilenirim, varsa meyvelerimi, sebzelerimi, yumurtalarımı toplarım. Sonra gelirim kahvemi yaparım...

 Bahçe mi ekiyorsunuz?

Evet, Neslihan’la iki üç yıl önce karar verdik başladık. Evimizin bahçesi... Kış ve yaz sebzeleri ekiyoruz. Ne gerekiyorsa kahvaltı ve sofra için. Biraz dar bir mönü oluyor ama yetiyor. Bir ay boyunca patlıcan ve kabak yiyebiliyorsunuz. Ama çeşitlendirebiliyorsunuz, yemeği, kızartması, soslusu, sossuzu... Yanına pilav ya da makarna yapıyorsunuz.

 Kimin fikriydi?

Ben uzun zamandır yapıyordum ama vermiştim... Merakım da var.

 Okan Üniversitesi’ndeki Gastronomi eğitiminizi bitirmeyi düşünüyor musunuz?

Oyunculuk başlayınca yarım kaldı... Ben eğitim sistemiyle ilgili radikal görüşleri olan birisiyim. Yanlış anlaşılır diye olgunlaşmasını bekliyorum, paylaşmak için. 

 Tam da bugün yine eğitim sisteminin değiştirilmesi tartışılıyor…

Ben kendimi bildim bileli eğitim sistemi değişiyor. Lisede yarım dönem kredili sistemle okudum, sonra başka bir şeye geçtim... Üniversite sınav sistemi sınava gireceğimize yakın değişti, başka bir şey oldu. Hiç bunlar olmasa bile içerik olarak öğrenci sınava çalıştığı için dersi öğreniyor, sınıfta öğrenilen çok bir şey yok. Bunlarla ilgili derdim vardı. Okulda çok başarılı bir öğrenci olmadığımı ve aslında başarısızlığımın anlayamamdan kaynaklandığını düşünüyordum. Halbu ki benim meşrebime uygun bir eğitim sistemi değilmiş, birçok konuya yeteneğim varmış ama hiçbiri bana öğretilmemiş, benim gibi bir sürü insan var.

O ÇOCUK BEN DEĞİŞTİREBİLİYORUM DİYECEK

Okulda başınız çok ağrıyor muydu?

Çook. Ama nefretle karşılaşmadım okulda. Fırlamanın önde gideniydim bazı konularda. Durdurulamazdım yoksa, bir kulak çekme, enseye tokat olmasa... Mevzu insan. Her meslekte var nahoş olanı. Bence öğretmenlik bir meslek değil bir aşk olmalı, herkese bunun ruhsatı verilmemeli. Verildiği zaman da nahoş olaylar görüyorum, nefret var işin içinde. Ben enseme tokat yediysem de hiçbir öğretmenimden, müdürümden kinle yemedim. Hep bir samimiyet vardı, şiddeti legalleştirmeye çalışmıyorum asla, bugün bir hiddet var. Üstünün ona, ekonominin ona, halkın ona, ailesinin ona dayattığı psikolojik, ekonomik, fiziksel yüklerin acısını çıkartıyor, kontrol edemiyor kendisini.

 Çocuğunuz olursa okula göndermeyecek misiniz?

Ben toplumun içerisinde kalıp insanlarla yüz yüze olup aydınlanabilmek, bu aydınlığı da güzel bir medeniyete evrilsin diye yayabilmek istiyorum. Çocuğum da zamanın eğitim sisteminin içerisine girmezse, giremezse müdahale edemem. Bana kalsa eğitim sistemi, dışarıda, sürekli pratik üzerine yapılmalı. Mesleki eğitimler verilmeli. Herkes doktor, mühendis olacak diye bir şey yok. Benim ailem örnek. Doktor olacaksın çıta burada, olamadın mı mühendis olacaksın, olamadın mı avukat olacaksın, olamadın mı asker, polis, öğretmen, memur... Başka? Ressamlık, heykeltıraşlık, oyunculuk, müzisyenlik, dağcılık, marangozluk, cam ustalığı, manavlık, bisiklet tamirciliği... Bunlar sanat. Motordan anlamak sanat. Ben çok isterdim arabanın motorundan anlamak, her ustanın başında bekliyorum, izliyorum. Sen bu çocuğa daha ilkokulda bu mecraları göstersen, belki yönelecek. Bir demiri bükmek o çocuğun ruhunda neler yaratır düşünsenize... Bir odunu zımparalayarak, yontarak şekil verdiğinde yaratabilme kudretini görecek. “Bu bir kütüktü, bu bir oyuncak oldu” diyecek. Sonra da “ben bir şeyi değiştirebiliyorum” diyecek. Değiştirme fikri aşılanacak. Biz oturuyoruz sıralara anlatıyor hoca... Ne yapsın zaten. Benim sınıfım 65 kişiydi ilkokulda. Çok değerli hocalara denk geldik biz. Benim odaklanma sıkıntım varmış bugün anlıyorum, pratik zekam, öğrenme biçimimim bambaşkaymış. Bugün anlıyorum. Erkenden iş hayatına atıldım, dediler ki bu çocuk yapabiliyormuş. Pratikte gösterildiği an anlamaya başladım. İş hayatında inanılmaz başarılı oldum.

 Şu an var mı başka işiniz?

Bazı projelerim var. Uygun zamanı bekliyorum.

 "Avrupa'da 8500 km, 11 kamp alanı, 33 gün. Harika keşiflerle geri döndük. İşi yolda öğrendik. Döndüğümüzde şuna karar verdik: Türkiye kadar hem kültürel hem doğal coğrafi güzellik, zenginlik hiç yok. İkinci rotamızda Ege turu, arkasından Karadeniz turu yaptık. İç Anadolu’yu gezdim ben, Neslihan o dönem çalışıyordu. Türkiye’nin birçok yerini gezdik. Şimdi Moğolistan’a gitmek, geziyi de kaydetmek istiyoruz." 

TÜRKİYE’DEN GÜZELİ YOK

Karavanınızı da sorayım tabii fiyatını değil…

Yalan o. Üç yıl önce aldım, karavan dünyasında bilinen en mütevazi, ufak sayılabilecek karavanlardan biri. İçerisinde ocağı, küçücük bir tuvaleti, duşu, bir yatağı, küçücük de oturma grubu var. 4.5 metrekare içerisi. Mütevazılıktan ölecek. Magazin seviyor tıklanabilecek şeyleri. 350 bin liraya topluma çok daha faydalı işler yaparım, bir saray yavrusunu sırtımda taşımaktansa.

 Ben rotalarınızı merak ettim. 

Karavanı aldığımızda tecrübesizdik. Biz kampçıydık. Çadırla kamp yapıyorduk. Neslihan bu işi sevince bir adım ileriye taşımak istedik. Köpeklerimiz de var. Çadır köpeklerimizle zor oluyordu, ilkbahar ve sonbaharda. Bazı rotalara da gidemediğimizi anladık. Karavanda hız yok, hazırlık ve dikkat çok önemli, kurulumu çok dikkat ister. Türkiye’de karavan kapmçılığı çok gelişmiş değildi o zamanlar. Avrupa’da karavan kamplarının olduğu yerleri gezelim dedik, bu işi nasıl yapıyorlar görelim istedik. Aldık taktık arabaya, Yunanistan, İtalya’nın kuzeyi, oradan İsviçre. Sonra yine İtalya’nın güneyinden, Yunanistan’a oradan da ülkeye geldik. 8500 km, 11 kamp alanı, 33 gün. Harika keşiflerle geri döndük. İşi yolda öğrendik. Döndüğümüzde şuna karar verdik: Türkiye kadar hem kültürel hem doğal coğrafi güzellik, zenginlik hiç yok. İkinci rotamızda Ege turu, arkasından Karadeniz turu yaptık. İç Anadolu’yu gezdim ben, Neslihan o dönem çalışıyordu. Türkiye’nin birçok yerini gezdik. Şimdi Moğolistan’a gitmek, geziyi de kaydetmek istiyoruz. Moğolistan’a kadar başka bir dili konuşmadan Türkçe konuşarak anlaşabileceğimiz insanlarla hemhal olarak gitmek istiyoruz.

 Çekimleri yayımlamak için mi yapıyorsunuz?

Projelerim var hazır. Birçok kaydım da var. Bir pilot bölüm hazırladım. Beğendirdim.

 Yörelerimizi mi tanıtacaksınız?

Başka bir bakış açısıyla. Umut ediyorum. 

 İstanbul çevresinde nerelere gidiyorsunuz?

Rumelihisarı, Anadolu Hisarı, Belgrat, Fatih ormanları tarafına... Ömerli Barajı tarafında, arabanın giremeyeceği yerlere gidiyorum. Arabayı bir yere bırakıyorum, köpekleri alıp saatlerce yürüyorum. İnsanların buraya gidilir mi diyeceği yerlere gidip kamp kuruyorum. 

AYI DA GELDİ FIRTINA DA ÇIKTI

Korkmuyor musunuz? Köpekleriniz var gerçi... 

Köpekler olmadan da yapıyordum. Doğada neden korkacağım ki?

 Her şeyden korkulur gibi geldi bana şimdi, ne bileyim…

Ne olabilir doğada, ne gelebilir başına?

 Doğru ya, uğursuz insanlar yoksa bir şey gelmez.

Doğa hazırlığı sever. Bilinçsizce gidilecek yer değil. Başınıza bir şey geldiğinde ne yapabileceğinizi kesinlikle bilmeniz gerekiyor. Doğru ekipman şart.

 Sizin başınıza geldi mi kötü birşey?

Birçok şey geldi. Fırtınası da oldu, kampıma ayı geldi, domuzlar geldi...

 Evet işte ayı... Korkmak için bir neden bence.

Size bir şey yapmaz ki o hayvanlar. Yemeğinizi almak istiyorlar. Onu da her zaman yatmadan önce sizden ciddi bir uzaklıktaki bir ağacın dalına asıyorsunuz, domuz alamıyor, ayı gelirse alıyor. 

 Ayı karavanı devirir mi?

Çadırdaydım.

 Gerçekten mi?

Titredim evet ama bir şey yapmayacağını biliyordum. Elimde bir biber gazı spreyi, bir de ses çıkaran havalı korna, kamyoncuların olandan, üstüme gelirse diye... Yalnızdım, köpek de yoktu. Kocaeli taraflarında bir yerde. Türkiye’de insana saldırmış bir ayı vakası yok bildiğim kadarıyla. Ses çıkarırsanız korkutursunuz ayıları ya da bir yükseltiye çıkıp kolunuzu bacağınızı açıp, ona kendisinden büyük olduğunuzu gösterirseniz...

"Bir olay karşısında kişinin içinde uyananla kişinin kendisinin uğraşması lazım. Kırılıyorsa “ben niye kırılıyorum” diye sorması lazım. “Kıskanıyorsa ben niye kıskanıyorum” diye sorması lazım. Çocukken kırılmıyordum ama neden kırılmadığımı da bilmiyordum. Önüme çıkan şeylerle ilgilendim. 28 yaşımda karşıma çıktı oyunculuk o zaman da seve seve kabul ettim."




Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler