Belki aydınlanacağız

Ferhat Göçer, müzisyen ama diğer yandan da emekli bir genel cerrah. Salgın günlerinde sözlerine kulak vermek gerekiyor. Bu salgını bir sınav olarak değerlendirdiğini söylüyor. Virüsün ırk, din, dil, renk ayırımı yapmadığına dikkat çekiyor

Yayınlanma: 30.03.2020 - 16:02
Abone Ol google-news

Fotoğraflar: Vedat Arık

Ferhat Göçer'le buluşma planı yaptığımızda koronavirüs bize uzaktı. Önce Sabahattin Ali'nin yaşamını anlattığı müzikli oyunu 'Aldırma Gönül'ü izleyecektik, sonra da nisan başındaki konserine gidecektik... Olamadı... Bugünleri sağ salim atlatırsak elbet buluşuruz yine. Göçer'i bir kez dinleme şansım oldu, yeniden hayata merhaba dediğimizde gideceğim ilk konser Göçer konseri olacak kesinlikle. Gerçekten de canlı performansı bambaşka. Ama bizim bugünkü sohbetimiz müzikten çok pençesinde kıvrandığımız salgına odaklandı. Hem doktor hem müzisyen Göçer'i bulmuşken sordum da sordum... &Bunu salgın ya da kriz olmasının ötesinde insanlık sınavı olarak değerlendiriyorum.İnsanlar düşünecekler, okuyacaklar, silkelenecekler… Komplo teorilerine girecek olursak… Öncesinde çekilmiş bugünü detaylarıyla anlatan bilim kurgu filmleri, yazılmış kitaplar bile var. Ama  buralara takacak olursak iyice kafayı üşütme ihtimalimiz de var& diyor.

-Karantina günlerinde neler yapıyorsunuz diye sorayım öncelikle..

Ne üretebiliriz, bu süreci nasıl daha faydalı hale getirebiliriz, ruhen kendimizi nasıl besleyebiliriz, bunları programlamaya çalıştık. Elimizden geldiği kadar moralimizi yüksek tutmaya ve boşa vakit geçirme hissini ortadan kaldırmaya çalışıyoruz… Günlerimizi okumak, öğrenmek üzerine kurgulamaya gayret ediyoruz. Bu günleri düşünerek değil ama daha rahat çalışma ortamı sağlayabilmek adına evimizde sistemimizi kurmuştuk. Müzik stüdyomuzun bu süreci atlatmamıza büyük yardımı olacak diye düşünüyoruz.  

- Nasıl hissediyorsunuz genel olarak? Sanatçı yönünüz mü daha baskın, doktorluğunuz mu?

İki farklı bakış açısı geliştiriyorsunuz muhtemelen…Beynim zaten iki ayrı şekilde çalışıyor. Her ikisini de dengede tutmaya gayret ediyorum. Bir taraf işin bilimsel, sosyal, ekonomik boyutlarını özellikle sağlık boyutlarını değerlendirirken, bir yanım da toplumun duygusal geri dönüşlerini takip ediyor. İki farklı bakış açısı, zaman zaman avantaj olsa da yüklediği duygusal ve mantıksal yük de bir o kadar ağır oluyor. Duygusal olarak cesurca ve umarsızca davranma arzusundayken, bir yanınız da bir halatla sizi sürekli geriye çekiyor. İçinizde koca bir halat, bir tarafta mantık, bilim, diğer tarafta da fırtınalarınız ve duygularınızla sallanan bir ruh diyebiliriz. Avantajlarını, dezavantajlarını yaşıyorum bunun.

PANİK OLMAMAK SAKİN KALMAK GEREKLİ

-Telefona sarılıp ne olacak diye soranlar olunca, nasıl sakinleştiriyorsunuz onları?

Hazırlıklıydım buna ama şimdi bütün dünya aslında fazlasıyla işin uzmanı oldu gibi geliyor bana. Sosyal medyada, televizyonlarda yayılan bilgilerin üstüne, şunu yapın bunu yapın demenin gereği yok artık. Daha alternatif bilgilere ulaşmaya gayret ediyorum. İlaçlar, aşı geliştirme teknikleri, olaylar kontrolden çıkarsa nasıl önlemler alınır gibi hep bir adım, iki adım sonrasını düşünüp, onunla ilgili tavsiyeler vermeye gayret ediyorum. Şu an için kişisel hijyen,sosyal izolasyon, zorunda olmadıkça evlerimizde kalmak, korumak ve korunmak adına en etkili yöntem gibi görünüyor. 


-Ne tavsiye ediyorsunuz peki?

En kötü koşulda bile panik olmadan sağlıklı düşünebilecek ruh haline sahip olmak gerekiyor. Her şeyden öte, insanlara duygusal ve mantıksal olarak, o sürece hazır olmaları gerektiği mesajını vermek lazım. Asıl en büyük mesele, kriz gerek sağlık, gerekse sosyal ve ekonomik boyutlarıyla derinleştiğinde insanların oralarda nasıl tepkiler vereceği. Asıl o zaman güçlü olmak gerekiyor. O zaman sağlıklı düşünmek gerekiyor. Bunu uzun bir maraton olarak düşünmek lazım. Bir haftalık, iki haftalık bir şey değil. Türkiye ve dünya olarak olay bittikten aylarca sonra bile sıkıntılarını yaşayacağız. Dünya olarak büyük bir sınavdan geçiyoruz hepimiz ve bunun daha başındayız.


-Türkiye'de biraz uzaktan izler pozisyondaydık sanki ilk başta değil mi?

Sadece biz değil İtalya da böyle yaşadı. İngiltere acilen politikalarını değiştirmek zorunda kaldı. Dünyanın en zengin ülkeleri bile kriz karşısında çaresiz, hazırlıksız yakalanabiliyorlar. Bu genel bir insan psikolojisi bence. Herkes bu yanılgıya düşebilir. Bireysel olarak "Bana bir şey olmaz"an, "biz nereye düştük" durumu… Her ülke gücü oranında önlemler alıyor. Önemli olan bir diğer şey de gayrettir. Topluma neyi nasıl yapmaya çalıştığınızı hissettirmek önemli. Bunu becerebildiğimiz ölçüde bu sınavı nasıl atlatacağımızı hep birlikte göreceğiz.


- Bu sınavdan nasıl dersler almalıyız acaba?

Süreci başında nasıl değerlendirdiğimiz, finalinde nasıl değerlendireceğimiz konusu önemli. Yıllarla süren insanın aydınlanmasını biz belki de çok daha kısa bir süre içinde idrak edeceğiz. Ders alabilecek miyiz alamayacak mıyız? Benim gördüğüm, ne sınır tanıyor, ne ırk tanıyor, ne dil tanıyor, ne din tanıyor, buradan bile insanlığın bir ders çıkarması gerektiğini düşünüyorum. İnsanları ötekileştiren, ayrımcılık yapan, sınıf farklarını yaratan, insan beyninin ve sosyal toplumların düşmanı olan düşünce virüsleriyle de mücadele bu. Bu sadece bir sağlık mücadelesi değil bir zihin mücadelesi, hep birlikte göreceğiz, insanlık nasıl çıkacak?

DÜŞÜNÜLMESİ GEREKEN BİR SÜREÇ


-İnsanlık tarihinde de benzer salgınlar olmuş. dünyaya yön vermiş…

Aynen öyle, Güney Amerika'nın 1490'lu yıllardan sonra Avrupalı kaşifler tarafından feth edilmesinin temelinde salgın hastalıkların rolü olduğunu görüyorsunuz. Avrupa direnç oluşturduğu mikropları Güney Amerika'ya bulaştırıp, onlarca yıl sonra geri döndüklerinde 20 milyonluk nüfusun 200 bine, 300 bine düştüğünü görüyor, boşalmış kentleri ele geçiriyorlar… Yani büyük fetihlerin bazılarında büyük savaşlar yok, salgından kırılmış, çaresiz bir ülkeyi ele geçirmek var. Çok büyük orduların salgınla kırılıp yenilgiye uğradıklarını da dünya tarihi görmüş. Örnekler çeşitli. İnsan ne kadar ileriyi görmek istiyorsa o kadar geçmişe bakmalı. 15 bin yıllık insanlığın uygarlık geçmişi var, salgınların neler yaptığına bakmakta fayda var. 


-Hırslarımız belki törpülenir sağ kalırsak…

Benim bahsettiğim şey de o. Buradan nasıl çıkacağız insanlık olarak? İnsanların hiç olmadığı kadar ayrıştığı, zihinlerin büyük bir öfkeyle, kibirle dolduğu, insanların açgözlülükle bütün kaynaklarını tükettiği bugünü atlatmamız için bir işaret de olabilir. İnsanlığın tamamen barış ve hoşgörüyle buluştuğu bir sürece de dönüşebilir… Devlet yönetimlerinin de üst akılların da artık şapkalarını önlerine koyup düşünmesi gereken bir süreç olacak belki bilemiyorum. Ya da hiç akıllanmayacağız çok daha acımasız bir döneme gireceğiz. Kaynaklar azaldıkça, ekonomik sıkıntılar arttıkça acaba daha mı ilkelleşeceğiz? 


- Biraz da sizden söz edelim... Doktorluktan emekli olmadan önceki son operasyonunuz nasıl geçmişti hatırlıyor musunuz?

Bir sıkıntı yoktu zannedersem. Sıkıntı olsaydı unutmazdım, unutmuşsam her şey yolunda demektir.


-Unutamadığınız operasyonlar…

Var, çok var. 25 sene yaptım hekimliği. Kaybettiğim kanser hastaları, kurtarabildiklerim… Bir çoğu hafızamda yüzlerini bile hatırladığım derin izler bırakan hastalarım var. Çok genç yaşta kansere yakalanıp küçük çocuğundan ayrılan anneler mesela. Harem'de gümrük mafyasının silahlı çatışmasında yaralananlar gelmişti, iki taraftan da yaralananları aynı anda ameliyat etmek zorundaydık, dışarıda 100'e yakın silahlı adam sonuç bekliyordu, hatırladıkça hala gerginliğimizi hissedebiliyorum... Yüzlerce vaka sayabilirim size. Kadına çocuğa şiddeti de gördüm. Her şeyi gördüm, yaşadım. Öldüğünü düşündüğünüz hastayı hayata döndürdüğünüz de oluyor, çaresiz kaldığınız da…

SAĞLIKÇILAR EN ÖN CEPHEDEKİ SAVAŞÇILAR


-Cerrahlar genelde soğuk insanlar mı olurlar?

 Yükü ağır cerrahların. Aslında bütün sağlıkçıların yükü ağır şimdi görüyorsunuz siz de. Salgında her riskle ilk karşılaşan sağlıkçılar. Bir taraftan yardımcı olmak zorundasınız, bir taraftan da kendinizi korumak zorundasınız. Aileniz var, çocuklarınız var. Sağlıkçıları, bir savaşta en ön cephede savaşan askerler olarak düşünebilirsiniz aslında.


-Sağlıkçıların kıymetini hep beraber daha iyi anladık mı sizce? Şiddet olayları artmıştı.

Ben de yaşadım aynı şeyleri. Arkadaşlarımız şiddete maruz kaldı. Çok darp edildik ama ona rağmen hiçbir zaman görevimizi asla aksatmadık. Hekimlik Türkiye'de çok güçlü. En çalışkan çocuklar ailelerinin yönlendirmesiyle sağlıkçı oldu bir dönem. Bu da özel bir kuşağın sağlık sektöründe önemli yerlere gelmesine neden oldu. Sektörü de olumlu yönde etkilediler. Teknolojik olarak sorgulayabiliriz belki ama hekim kalitesi,  insan kalitesi olarak dünya standartlarının üzerinde olduğunu düşünüyorum ülkemizdeki sağlık personelinin.


-Sabahattin Ali gösterinizi izleyecektik… Konserinize gelecektik ama...

Elbet bu karanlık süreç bitecek. Daha güneşli günlerde, insanlar daha büyük bir aşkla çıkacaklar dışarı, yaşadıkları her bir saniyenin kıymetini bilecekler...Yaşamı dengeleyecekler… Elbet bir gün güneş doğacak biz de o günlere hazır olmak için bu süreci sabırla atlatmayı diliyoruz. O gün sanatımızla yeniden buluşacağız insanlarla. Benim tahminim Eylül- Ekim gibi buluşabiliriz.

SABAHATTİN ALİ ZAMANSIZ BİR YAZAR


-Tiyatro sahnesinde ne hissettiniz, nasıl geri bildirimler aldınız?

Müthişti. Gerçekten Hilal, bazı sahnelerde ben hala duygulanıyorum, gözlerim yaşarıyor. En son Samsun'da yaptığım gösteride baya bildiğin ağlaya ağlaya indim sahneden. Önümüzdeki sürecin duygusallığı da vardı. Ortada çok çarpıcı bir hayat hikayesi var. Hiç hak etmediği bir sonla karşılaşan Türkiye'nin, belki de dünyanın en yetenekli yazarlarından biri. Sadece ve sadece doğruları söylediği için, sistemdeki yanlışları yüksek sesle ifade etmek istediği için hayatı acı bir yaşam hikayesine dönüşen bir adam. Onu en doğru şekilde aktarma sorumluluğunu içinizde yaşıyorsunuz. Bunun ağırlığı bir yanda. Sahne sonunda insanlar gözyaşlarıyla geldiğinde, bir öğretmen "benim de böyle bir hayatım oldu" diye gözyaşlarıyla duygularını ifade ettiğinde "iyi ki bu projeyi hayata geçirmişim" diyorum. Nereye gittiysem. Bursa, Antakya, Samsun… Bir çok şehir dolaşacağız daha. Sabahattin Ali, bu ülkede pek çok insanın yaşadığı hayatın en uç noktasını yaşamış. İnsanlar benzer sıkıntıları çekmiş, çocuklarına sirayet edecek şekilde. Ülkesiyle, vatanıyla hiçbir sorunu olmayan sadece sistemi eleştiren insanların çektiği sıkıntıları dile getiriyor bu oyun. Bu oyunla insanların acısına ortak olmanın, acıyı paylaşmanın huzurunu da hissediyorsunuz. O ortaklığı gördüm ve dedim ki iyi ki yapmışız. 


-Hem de Sabahattin Ali'yi anmış oluyorsunuz.

Paylaşmış oluyoruz. Salonun yarısı Sabahattin Ali'yi bilerek geliyor, yarısı da Ferhat Göçer konserine geldiğini düşünüyor. Onlar ilk başta şok oluyor. O şoku çok seviyorum ben. Mütevazi ama akıllı bir sahne tasarımı seyirciyi bir anda kucaklıyor, ilk 20 dakikada seyircinin değişimini hissedebiliyorum. 25. dakikada Samsun'da aldığım tepki de Antakya'da aldığım tepki de aynı.
-Demek ki dertler ortak.Aynen öyle. Bu ülkenin dertleri ortak, kaygılar aynı, sıkıntılar aynı, aynı şeye üzülüyorlar, aynı şeylere seviniyorlar. Benim için inanılmaz bir tecrübe oldu. Müzikle oyun o kadar iç içe ki… 11 şarkı var. Haldun Çubukçu'ya büyük bir teşekkür borcum var. Ezel Akay'a tabii ki çok minnettarım. Bircan Silan'a teşekkür borcum var. Hepsi bu işin bir konser formatından müzikli bir oyuna dönüşmesinin kahramanları, ben o ekibin bir parçasıyım. 

-Sabahattin Ali'yi nasıl anlatırsınız?

Türk edebiyatı var oldukça Sabahattin Ali de var olacak. Zamansız bir yazar. 1920'lerde kaleme aldıklarını yüz yıl sonra okuyoruz. İnsanı anlatmış, insanın doğasını, psikolojisini anlatmış, resmetmiş. İyiyi, güzeli, çirkini, kötüyü resimlemiş Sabahattın Ali. Çok kıymetli eserleri. İnsanları sorguluyor, kendisini sorguluyor. Gel gitleri, dilemmaları, kargaşayı o kadar güzel anlatıyor ki, insanı…

- Sabahattin Ali çok satan bir yazar ama nasıl öldüğü konuşulmayan bir yazar.

Konuşulamayan, uzun süre hiç konuşulmayan...


-Oyun sayesinde daha çok konuşulur belki. Ne dersiniz?

Oyunun sonunda kendi cümleleri var. Kızı Filiz Ali'nin sözleri var...Bu ilk değildi, son da olmadı. Onun sonuna benzer son çok yaşandı ülkemizde ve dünyada. Mümkün olduğu kadar bu meşaleyi canlı tutmak gerekiyor. Ne kadar engel oluruz bilmiyorum. Bu sahildeki deniz yıldızı hikayesine benziyor. Birini bile denizle buluştursanız… Biz elimizden geleni yapalım, buna maruz kalan insanlarla o duyguyu paylaşsak, paylaşımın huzurunu verebilsek bile mutluluk, kardır diye düşünüyorum. Ne olursa olsun o çok büyük bir edebiyatçı. Nazım Hikmet neyse, Orhan Kemal, Yaşar Kemal neyse…

-Proje üzerine çalışırken sizi en çok etkileyen ne oldu?

İlk albüm teklifi gelmişti bana Sabahattin Ali şarkılarından. Sonra adım adım oyuna dönüştü. Osman Balcıgil'in Yeşil Mürekkep isimli kitabını okudum ve orada değişti bende her şey. Öyle güzel anlatmış ki hayat hikayesini… Sonra Balcıgil'le iletişime geçtik, ilham aldığmızı kendisine ifade ettim. Kendisi de geniş yüreklilikle teşekkürümüzü kabul etti. Oyuna gelecekti ama buluşamadık. Buradan Balcıgil'e de hayranlığımı ve teşekkürümü de ifade etmiş olayım.  Haldun Çubukçu, on ayrı hikayeyi, on ayrı şarkıyla öyle güzel yerleştirdi ki metne bir buçuk saatlik hiç bitmesin diyeceğiniz, gülümseten, üzen, düşündüren, dalgalarından, dalgaları bazen size tsunami etkisiyle çarpan görkemli bir oyun hazırladı.

-Hiç düşünmüş müydünüz tiyatro sahnesinde kendinizi?

Asla. Hiçbir gün. Televizyonlardan birtakım teklifler geliyordu ama… Dizi ağır işçilik, çok vakit ayırmanız gerekiyor. Sahne tozu alıyorsunuz, aslında her konserinde oyunculuğunuzu da gösteriyorsunuz, şarkıları karşınızdakine hissettirmeniz gerekiyor. Her müzikal sanatçının içerisinde az buçuk oyunculuk olduğunu öğrenmiş oldum.  Çok çalıştım, yapabildim demek haddim değil, izleyenler karar verir.

OLDUM OLASI GECECİYİM

-Şu sıralar doktor dizileri çok seviliyor. Siz de bir genel cerrahı çok iyi oynar mıydınız acaba?

Çok  klişe olmaz mıydı? Bilemiyorum. Üstünde çok düşünmem gereken bir konu. Biliyorsunuz Kutsi'nin üzerine yapıştı kaldı genel cerrahlık. "Kutsi mi cerrah Ferhat mı müzisyen, çözemedik" diyenlere Twitter'da çok rastladım bir ara. (gülüyor) Bu işin piri Kutsi.

-Dizi izliyor musunuz peki?

Çok izleyemiyorum. Televizyon izlemiyorum daha doğrusu. Her şeyim telefon. Haberleri de oradan takip ediyorum. Köşe yazarlarını da oradan takip ediyorum. Habercilik açısından dijital devrim tamamlandığında çok daha iyi olacak her şey. Tek sorun emekçilerin telif hakkını alabilecekleri dönüşümü sağlayabilmek.

-Günü nasıl yaşıyorsunuz, gececi misiniz gündüzcü mü?

Gececiyim oldum olası. Hekimlik zamanlarımdan beri. Haydarpaşa Numune Hastanesi'nde acil cerrahide, gecesi gündüzü olmayan bir şekilde yaşadık yıllarca. Ondan sonra müzisyen olarak da gece üreten bir  yapım oldu. Saat 4'te yatabiliyorsam kendimi şanslı hissediyorum. Çoğu zaman günü aydınlatıp yattığım olmuştur.

-Gece gündüz farkının etkileri ne peki?

Gündüze endeksli insan, hormonal olarak. Ama gececiliğin avantajları da var. Yaptığınız işe tamamen konsantre olabiliyorsunuz. Gündüz dış uyaranlardan çok uzak kalma şansınız olamıyor, kendinizi tam izola etmediyseniz. Onu yapabilen vardır tabii ama ben yapamadığım için gece ile telafi ediyorum. 7-8 saat mutlaka uyumam gerekiyor ama güne 12, 1 gibi başlayabiliyorum.

-Musiki Eseri Sahipleri Birliği yöneticiliğiniz nasıl gidiyor? 

Candan Erçetin Başkan, ben de Harun Tekin'le birlikte başkan yardımcılığını yürütüyorum. Eser sahiplerinin teliflerini takip ediyoruz. Sizde önceden nasıl kağıt varsa, bizde de CD'ler vardı, elle dokunduğumuz. Her şey  dijitale dönünce bu dönüşüm sürecinde büyük zorluklar başladı. O güne kadarki alışkanlıklarımızın aksine elle dokunamadığımız daha soyut,dijital bir doneme girdik.. Eser sahiplerinin hakları için çalıştığımız bir kurum MSG. Karşımızda dev problemler var. Ayrı bir söyleşi konusu. Mecraları takip etmek, onları bilinçlendirmek ve hukuki olarak da bunları onlara sorun yaratmadan, kavga dövüş olmadan hakkı talep edebilmek ve alabilmek. Bakanlık düzeyinde de çözümler gerekiyor, destekleyici yasaların devreye girmesi gerekiyor. MSG olarak kendi aramızdaki iç kavgaları da göğüsleyerek, tek güç olarak yolumuza devam etmek için çabalıyoruz. 

40 YAŞIMDAN SONRA AYAĞIMA TOP DEĞDİ

-UNICEF iyi niyet elçisisiniz...

Bir dönem çok aktif çalıştım. Şimdi fahri iyi niyet elçisi olarak talep ettikleri her an onlara yardımcı oluyorum. 

-Sarıyer Spor Klubü başkan yardımcılığınızdan da söz eder misiniz?

Sarıyer, en köklü klüplerimizden. Genel olarak futbolun yaşadığı sıkıntıların sonuçlarını fazlasıyla yaşayan bir klüp ve hak etmediği bir yerde. Sarıyer Belediye Başkanı Sayın Şükrü Genç'in teklifi üzerine başladı maceramız, yedinci yılına girdi. Elimden geldiğince, vakit buldukça zor günlerinde yanlarında oluyorum. Kaynak yaratma ya da trübüne moral olma konularında… Ben onları çok sevdim, onlar da beni çok sevdiler. Marş yazdım, hele hele galibiyette veya heyecanı yüksek bir maçta, herkes tek yürek marşı söylediğinde çok büyük bir mutluluk yaşıyorum. 

-Futbolla ilişkiniz nasıl başladı?

40 yaşından sonra ayağıma top gelmiş bir insanım ben. Halı saha arkadaşlarım var. Tenisle ve futbolla sağlık açısından ilgilenmeye çalışıyorum. Halı saha WhatsApp gruplarıma uygun olduğumda yazıyorum, akşamki  maça beni de yazın diye. 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler